24 EKİM, PAZARTESİ, 2016

Uygarlığın - Çıfıt* - Çarşısından Notlar

Daha önceki İstanbul uluslararası çağdaş sanat bienallerinden aşina olduğumuz "İnsan Neyle Yaşar?", "Anne, Ben Barbar mıyım?" gibi doğrudan vicdana abanan arabesk temaların ardından, İstanbul Kültür Sanat Vakfı'nın (İKSV) bu yıl üçüncü kez düzenlediği "Biz İnsan mıyız?" başlıklı 3. Tasarım Bienali de, iki Amerikalı küratörün imzalarıyla yorum ve izlenime sunuldu. 

Uygarlığın - Çıfıt* - Çarşısından Notlar

Beatriz Colomina ve Mark Wigley'nin bundan aylar önce İstanbul Arkeoloji Müzeleri'nde okudukları manifestodan türeyen bu üretken ve kolektif sorulara duyulan ısrarlı gereksinimin, heykellerin parçalanıp ifade özgürlüğünün çeşitli çıkarlar doğrultusunda resmen ve gayrıresmî yöntemlerle kısıtlandığı, sergi açılışlarını rahatsız bulanların mekân ve insanı tehdit edebildiği bir coğrafya için tesadüf olmadığı ortada.

Övünülecek bir tesadüf değil bu. Bizi türümüzle çapraz sorguya alan yarı kamusal, yarı akademik, yarı serbest pazar rekabetine dayalı çok sesli bir dönem ödevi.

Hemen tüm kültür sanat sergilerinin 'basın önizleme'lerinde yaşanagelen bir 'dosya/veri sıkıştırma' hali içinde şahitlik ederim ki, bir şeylerin yerkürede yüzyıllardır henüz adilce, eşgüdüm ve barış kültürü içinde anlaşılıp sindirilemediğinin, küresel siber veri tufanına maruz biz insanlar için kendi türümüzün medeniyet tasarımı üzerine daha kırk arama motoru netice yememiz gerektiğinin cisimleşmiş hali, 3. Uluslararası Tasarım Bienali.

'Bu iş'lerden anlayan bir sanatçı dostumun da dediği gibi, Google arama çubuğunun boğazınıza kadar veri dayadığı, Kürt böreği gibi katmanlı, yer yer pudra şekerli bir tespit kermesi. Katmanlı, çünkü küratör ikili sergileri 'Bedeni, Gezegeni, Yaşamı ve Zamanı' tasarlamak temaları üzerinden biçimlemeye yönelmişler.

©Nazlı Erdemirel

Bu yazıyı, "bakın ben ne çok şey gördüm ve neleri anladım" edasıyla yazmamak için elime, gözüme ne geçtiyse size aktarmak isterim.

İlk elde yine, bu bienale harcanan insanüstü ekip ter ve emeğin herhangi bir sergiymişçesine yalnızca bir aylık izleme ve deneyimleme imkânıyla karşımızda oluşundan ötürü üzgünüm.

Küresel ya da yerel bienal turizminde bu zaman darlığı veya genişliğine verimli algı ölçeğinde karar vermenin de bir tasarım ve psikolojik rekabet sorunu olduğu, ortada. İkinci olarak, gerek mekânlar içinde, gerekse birbirlerine uzak mekânlarda uçuşan bunca imge, ses, veri ve künyeyle konserve edildikten sonra, elimize ne menem bir insanlığın kalacağı konusunda da karamsarım.

Belki de bu sebeple olacak ki, gezintim sırasında daha çok nice bilimsel karikatür ve entelektüel türbeden ziyade, içinde doğrudan siyasî istikrarsızlık, savaş, ekolojik terör ve felsefeyi barındıran kaygılı sunumlara 'empatik' bir hayranlık, gündem adına samimiyet ve yerindelik onayı ile odaklanmış bulundum. 

Gözgelimi, elektronik evcil canlılar gibi beslenmeye ve öteki 'cep'lerle paylaşılmaya çalışılan konuk 'cep'leri atlatıp, insan gibi bienal gezmeye çalışırken, Galata Rum İlköğretim Okulu'nun çatısından başlayan bu işler arasında özellikle, 'Gezegeni Tasarlamak' bölümünden çıkıp bir sınıf odasında sessiz sedasız kendi psikolojik radyoaktivitesini yayan Thomas Demand imzalı Kontrollraum / Kontrol Odası'nı kayda değer buldum.

Çernobil'den bu yana meydana gelen en büyük radyasyon felaketi olarak nitelenen, Japon nükleer santrali Fukuşima'daki sızıntı ile ilgili bu işin temelinde, santralde yaşanan sızıntıyı durdurmaya çalışırken erimeye başlayan kontrol odasını cep telefonlarıyla çekmiş olan ve çoğu ilerleyen beş yılda kanserden ölen Japon işçi ve mühendis kadrosunun ürküten bilgisi yatıyor.

Demand, gönderilen imgeler üzerinden, santralin mukavvadan bir replikasını yapmış. İlk bakışta hayranlık duyduğunuz bu teknolojik oyuncağın, gerçekte hangi hezimete hizmet ettiğini anladığınızda, radyasyonun yaptığı etkiyi, fotoğraf doğrudan size yapıyor. Odadan çıkarken, içinize savunmasızlık ve ülkenizde yapılacak olası en az iki santralden ötürü de büyük bir endişe dalgası yayılıyor. 2011 tarihli yerleştirmenin fotoğrafında insanın dikkatini en çok, erimeye yüz tutan santralin tavanı çekiyor. Bienale Almanya'dan katılan Demand, bu bilgiyi bienal izleyicisiyle etkinliğin resmî yayınında şöyle paylaşıyor:

©Nazlı Erdemirel

"Bu bağlamda kulağa saçma geliyor ama, tsunamiyi yaratan depremin - ki erimeye yol açan da o tsunami idi - neden olduğu o sarkmış tavan panelleri hakkında hiçbir şey okumadım. Basında dönüp duran, TEPCO (enerji santralini üreten şirket) tarafından hızla çoğaltılmış olay kaydında, o görüntüler ilk ortaya çıkışlarından bir gün sonra daha az dramatik görünmeleri için rötuşlandı. Bu, süregiden manipülasyonlarının bir ispatı aslında, ama bu şirketlerin hilekârlığı ve korkaklığı ile ilgili, ayrıca tartışılabilecek başka bir mesele. Ama elbette, o dönem habere verilen uluslararası tepkiyle ortaya konmuş o kaygılara rağmen, gözden kaybolmuş ve yakın gelecek söz konusu ise, zamanın dışında kalmış bir mekânı yorumlamak için çıkış noktası olarak o detayı almakta bir ikilem vardır. Hikâyenin arka planı, yani o günün haberinin yerine, kolay akılda kalacak jenerik bir versiyonu olan ve burada sergilenen, mekânı gösteren fotoğrafımı koyunca ortaya çıkan sonuç, evvelce belgesel bir niteliğe sahip olan bu sarsıcı fotoğrafa görünürde resmiyet kazandırıyor ve onu estetikleştiriyor. Üstelik sadece nesnelerde olması beklenen ayrıntılar, aşınma izleri ya da yaşayanlara dair başka belirtiler eksik değil, fotoğraf insan varlığından da tamamıyla yoksun, ki aslında Fukuşima'daki durum bu. Ancak, mesele haber haline bürünüp, insanlığın hayatta kalması için mutlaka gerekli olan iletişim kanallarından dağılır dağılmaz asıl hikâye diye bir şey kalmıyor. Yani faciadan bahsediyorsam, bana anlatılmış olanlardan bahsediyorum demektir; bu daha şimdiden, ezberlenmiş bilgi parçacıklarının yeniden inşasıdır, özellikle de yaşanmaz hale gelmiş bir yerde. Başkalarının çektiği acılar hakkında konuşmanın onlara ne kadar fayda sağladığı tartışılır, ama bunlar amblem haline getirilince kültürel bilincimizde yer eder: "Eski hikâyeler uyuşmadığı için sanatın yansıtabileceği dehşetin sınırları zamanla zorlanırken," diye soruyor Svetlana Alekseyeviç, Çernobil neferlerinden bahsederken, "Sanat böyle bir gerçeklikte ne yapabilir?" (Bienal ana kataloğu, s.360)

İronik bir rutinlikle, Aliağa rafinerisi üzerinden yarattığı çevre kirliliğinin son olarak 2016 Mayıs ayının medya gündemine yerleştirdiği Petkim'in eş sponsorları arasına alındığı bienalde bu kıyametsi tasarım nesnelerinden birine daha, Ali Kazma tanık ediyor bizleri. Olası bir küresel yetersizlikte dünya gezegeni için yaratılmış tahıl ambarından detaylar sunuyor Kazma, aynı bienalde bir Adli Tıp kadavra eğitim seansını da gözlemlediği objektifiyle. Kazma'nın dijital kartpostalları, geleceğe ürküten, bilim-kurgusal gibi gelebilse de hakiki mesajlar iletiyor, insanı ve onun ölü ya da diri doğası üzerinde. Bienaldeki Güvende/Safe isimli video düzenleme, Kazma'nın sözlerinde şöyle dile geliyor: "...Svalbard Adaları'ndaki Küresel Tohum deposunu konu alan bir video. Kıta Avrupası'nın kuzeyindeki bu adalar, Norveç anakarası ile Kuzey Kutbu'nun ortası sayılabilecek bir konumda bulunuyor. Depo, yerel veya küresel ölçekli doğal ve/ya insan kaynaklı afetler için tohum yedekleyen bir ambar görevi görecek şekilde tasarlanmış. İnsanlığın bildiği en soğuk alanlardan birinde bulunan ve bir dağ (doğal bir soğutucu) içine gömülü olan Depo, insanın çelişkili doğasının bir göstergesi. Üretim/tüketim yoluyla dünyanın sürdürülebilirlik sınırlarını bilinçsizce zorlayan tür, bir yandan da başa geleceklerden sağ çıkabilecek olanların devamlılığı adına çağdaş bir Nuh'un Gemisi inşa ediyor." (s.306)

Ali Kazma - Anatomy


Yer yer küresel ölçekli bir farkındalık sahafına düştüğünüzü hissettiğiniz 3. Tasarım Bienali'nde bu işlerin 'kara haberci'liği ile gezinirken, bundan bir süre sonra ise karşınıza 3. Dünya Savaşı soluğunu üzerinde halen taşıyan ilginç bir New York, Amerika menşeli dokümanter - sunum çıkıyor. Mark Wasiuta, Adam Bandler ve Florencia Alvarez'in hazırladıkları bu çalışma, Bilgi Serpintisi: Buckminister Fuller'ın Dünya Oyunu başlığını taşıyor.

Amerikalı mimar, mucit, kuramcı ve tasarımcı Fuller, üçlünün bir yıllık hazırlıkla yeniden gözler önüne serdikleri bu oyunu "küresel kaynakların işbirlikçi bir şekilde yeniden dağıtılması üzerine spekülatif ve pedagojik olarak" tasarlamış. İzlediğimiz yerleştirme, bu oyunun özgün belgesel videoları, belgeleri, slayt ve broşürlerini kapsıyor. Bir yönüyle bugünkü 'veri madenleri işletmelerinin' bir atasını ortaya koyan Fuller'ın "Dünya Oyunu" girişimi, ortaya konulduğu 1969 tarihinde dönemin Los Angeles Free Press organına yazan Gene Youngblood'a göre, "Dünya Oyunu, insanlığı alışılageldik ulusal politikalardan kurtarıyor ve 'somut ve bilimsel bir alternatif' getiriyordu. Fuller daha da ciddî bir şekilde, Dünya Oyunu'nun yalnızca Ulus-Devlet politikalarına ve onların 'keyfî siyasî sınır kontrollerine' değil, komünizme, ekonomik saldırganlığa, savaşa ve soy tükenmesine de alternatif sunduğunu söylüyordu. Fuller, bir oyundan çok gezegene dair bir tasarım süreci olan Dünya Oyunu'nun nihayetinde alternatif bir insanı, yani Dünya İnsanı'nı yaratacağına da inanıyordu..." (s.346) 

Dünya Oyunu ©Sahir Uğur Eren

Küratörler Beatriz Colomina ve Mark Wigley'nin hazırladığı bienaldeki işler, kavramsal ve görsel olarak birbirlerine tutunuyor olmalarıyla da takdiri hak ediyor. Bu bakışla serginin Galata Rum İlköğretim Okulu'ndaki "Aynalarla Kuşatılmak" bölümü, Andres Jacque'nin ziyaretçiler için tasarladığı bir gözetleme/veri kontrol odası deneyimi vadediyor.

Aynalarla Kuşatılmak ©Sahir Uğur Eren

Bienali gezerken çağdaş sanatın, mimarlığın, sosyolojinin, arkeoloji, tıp, endüstriyel tasarım, tarım, astronomi ve uluslararası hukukun, hep bir 'tasarım' sorusu ve yanıtına gebe olduğunu idrak etmek mümkün olabiliyor. Zaten küratör ikili de insanların kafasındaki tüketimci 'tasarım nesneleri' sergilerinden çok daha ötesi ve başkasını amaçladıklarını, etkinliğin basın açılışı konuşmalarında sabırla vurguluyor. Tasarımın, fikrin eyleme geçiş evrimini gerek işlevi, gerek hizmet ettiği tüketim ve üretim ideolojisini belgelediğini aktarıyor. Dünyanın kendi yörüngesine uzayı ve bilumum ticari ve bilimsel kaynakları açgözlülük rekabetiyle 'fethetmek' üzere bıraktığı kozmik atıklar, uzay yolculuklarında insanın duruşu, eylemleri ve aygıtları, mikro evrenin makro evrenle uyumuna dair deneysel tasarımlar, hep bu sergilerde art arda karşınıza geliyor.

Yazık ki taşıdığı bilgi ve belgeyle, 'insanüstü' bir veri idrakını da, adeta interneti hazmetmeye çalışırcasına beraberinde getiren 3. İstanbul Tasarım Bienali, bir yanıyla kapitalizm, küreselleşme ve siber neslin de kendisi ve doğa ile karşı karşıya bırakıldığı çok katmanlı bir belgeseller yığını izlenimi veriyor. Bu yığın arasında aciliyet ve hakikat bağlamında size cımbızlamak istediğim bir diğer çalışma Territorial Agency, Petrol Müzesi olarak, bienalin "Gezegeni Tasarlamak" bölümünde, İstanbul Arkeoloji Müzeleri giriş katında karşınıza çıkıyor. Bu yapıta ilerlerken, binlerce yıllık eserlerle günümüz kimliksel 'ziynet' eşyaları, cep telefonu kılıflarından oluşan bir sunuma çarpmak da, acı bir sürpriz duygusu üretiyor. 

Territorial Agency ©Sahir Uğur Eren

Bienalin en başından bu yana, taşıdığı analitik verimlilik ve kişilikle küratörlerin Osman Hamdi Bey'i her fırsatta onore ettikleri bienalde adeta bilgi ile petrolün jeopolitik kıymetini mukayese etmek istercesine inadına yan yana getirdikleri çabalardan biri "Petrol Müzesi". Almanya'nın Karlsruhe kentindeki ZKM Çağdaş Sanat Merkezi'nden - yine ısrarla söyleyelim ki Petkim eş sponsorluğundaki - bienale soyut tabloları andırır devasa dijital ve uydusal veri ile görsel 'yazıt'ları ile gelen çalışma üzerine hazırlanmış  aktivizm ruhlu metni, şöyle özetlemek mümkün:

"Petrolü toprakta tutmamız gerek, fakat o bizim dünyamızın ve ekonomimizin bel kemiği. Onu toprakta tutarsak, yaşamlarımızın radikal şekilde değişmesi gerekir. Kurumlarımızın yeniden düşünülmesi şart olur. Petrol Müzesi, kurulma evresinde olan yeni bir kurum. Devrimizin büyük bilgi hadisesinin, Yeni Dünya'nın dönüşümünü anlama kapasitesinin zorlukla ve yavaş yavaş açıldığı bir dönemde devreye giriyor ve yeni çalışma, araştırma, proje ve aktivizm alanlarının girişiminde merkezî bir noktada bulunuyor. Amaçları net: Petrol endüstrisini müzelik etmek ve geçmişe gömmek." (s.334)

Yine, müzelik demişken müze kavramının kendisine farklı bir açıdan yaklaşan bir proje, bu çalışmaya komşuluk etmekte. Halen deprem güçlendirme çalışmaları devam eden Arkeoloji Müzeleri binasında izlediğimiz Karma Varlık projesi, ismini bienale davet edilen Lucia Allais'nin 1946'da Karatepe'de yer alan antik Hitit yerleşiminde bulunan yitik bir kalenin etrafına saçılmış kalıntıları bulan ve onu yeniden inşa etmeyi üstlenen modern insanların yarattığı bir tasarım pratiğinden alıyor. 

Karma Varlık projesi ©Sahir Uğur Eren

Karma Varlık, müze içinde bir açık hava müzesi tecrübesinin disiplinler arası ve sosyolojik kazısını gözler önüne seriyor. Bölgeye özgü ziyaret ve sunum modellerini sorgulayıp tazeleyen Halet Çambel gibi arkeolog ve Franco Minissive ile Turgut Cansever gibi mimarların fikirleri, bienalin bu belki de en eski 'vaka' çalışmasıyla en gözden kaçırılmaması gereken sunumlardan birini bize kazandırıyor.

Bunda en ilginç detayı da, bizzat, Hititler'in kendisi veriyor: "M.Ö.700'lerde Anadolu'daki Geç-Hitit dönemi kalesi Azatiwztaya'da çalışan bir usta için, bir 'karma-varlık' yontmak, hayli bilindik bir tasarım görevi idi. Şehrin muazzam giriş kapılarının zeminine, birkaç başı ve gövdesi bulunan, insan ve hayvan karışımı bir figür yapılırdı. Binadan biraz ayrık duran, dikdörtgen biçimli büyük bazalt taşlara bas-rölyef olarak oyulmuş bu figürler, ilah, yaratık ve insanlardan oluşan mitik bir karşılama komitesi olarak karşımıza çıkardı." (s.200)

Arkeoloji Müzeleri'ne "Zamanı Tasarlamak" başlığı altında yerleştirilen "Çatışma Şehirciliği: Halep" sunumunu da bu çerçevede kesinlikle es geçmemeli. Burada, UNESCO'nun Dünya Kültür Mirası bazlı uyarıları da vurgulanarak, Suriye'de süregiden iç çatışmadan nasibini alan Halep Kenti'nde uydu görüntülerinden çıkışlı olarak bir fotografik anatomi ortaya konuluyor. Halep'teki yapı dokusunda yaşanan hasarın belgelendiği bu sunum, 2 saniyeden 200 bin yıla erişen bir entelektüel ölçekle, barbarlık ve vandallığın temellerini sorguluyor. Sözgelimi Halep merkezindeki Kale bölgesinin, UNESCO Dünya Kültür Mirası arşivindeki bilgilere bakılırsa Milattan Önce 11 yüzyıllık bir geçmişe sahip olduğuna atıfta bulunuluyor ve yaşanan yok oluş sürecinin, sorumluları hangi tarafta olursa olsun bir suç anlamını taşıdığının altı çiziliyor. 

Zamanı Tasarlamak ©Sahir Uğur Eren

Atıf Akın'ın Mutant Alan adlı sunumunda da benzer bir katı karamsarlık hissi hakim. Müzede yer alan bu sunumda, geçmiş, günümüz ve gelecek bir araya getirilmiş. Akın sunumunda Ukrayna'daki Çernobil, Finlandiya'daki Onkalo, ABD'deki Hanford Sahası  ve Ermenistan'daki Metsamor bölgeleri üzerinden, mitoloji ile jeopolitik ve ekolojik riskleri üst üste bindiriyor.

Yine de burada küresel ölçekle bakınca, Suriye, Amazon, Nijerya (Ebola), Fukuşima (Japonya-Nükleer Enerji) ve Irak gibi konuların çokuluslu böylesi kültür ve sanat faaliyetleri için hızla vicdanî birer malzemeye dönüştürülmesinde de, alttan üste tüm denetim ve dönüştürme mekanizmalarında belli bir verimsizlik ve samimiyetsizlik hali ve en azından günah çıkarma arzusunun da yattığını söylemeden, geçmemek gerekiyor. Yoksa, bu alanlarda emek veren tüm bilim adamı, sanatçı ve öteki disiplinlerden imzaların emeklerine koşulsuz saygımız saklı bulunuyor. Önemli olan, tıpkı bilim gibi, kültürün de neye hizmet ettiği gibi bir soru, bu işlerle karşılaştığımızda hep önümüze çıkıyor.

Mutant Alan ©Sahir Uğur Eren

Sosyalist jargonda, kapitalizme yönelik en önemli eleştirel argümanlardan birinin, (tıpkı bu yazı gibi) tüketilebilinecek olandan fazlasının üretilmesi olduğu düşünülünce, bu bienal de dünyadaki bir çokları gibi, insanda entelektüel bir alışveriş merkezinde birçok 'fırsat' veya tercihe aynı sınırlar içinde maruz kaldığınız hissini acıyla tekrarlıyor.

Bu bir yanıyla görünür görünmez bir ağa düşmeye de benziyor ki, günümüzde küresel internet aktivisti Julian Assange'ın engellenen iletişim özgürlüğüne karşı, küresel ağ saldırıları düzenlenir olması da, ilaç olabilecek bir şeyin farklı niyetlerle nasıl ani bir zehre dönüşebileceğini de bizlere gösteriyor. Bu bağlamda sanatçı Tomas Saraceno'nun yine bienal ana mekânı olan Galata Rum İlköğretim Okulu'ndaki Eklembacaklınotlar - Karanlık Ağlar isimli projesi, bu ağ meselesini gerek organik, gerekse inorganik bir estetikle önümüzde duruyor. 

Eklembacaklınotlar - Karanlık Ağlar ©Sahir Uğur Eren

Aynı bilişsel ve duygusal ortaklık, okul binasındaki Joyce Hsiang ve Bimal Mendis imzalı 7 Milyarlık Şehir projesiyle de 'yüzümüze vuruluyor'. İkili, küresel gaz siloları ve nükleer test alanlarının entelektüel ve bilimsel sondajlarını yaptıkları eserlerine dair manifesto lezzetindeki sunumlarında, şunu kaydediyor: "Gerek dünyayı maddî ve maddî olmayan ağlarla çevirerek, gerekse jeolojimizin derinlerindeki yeraltı madenlerinde bulunan nice yerleşim katmanı ile, gezegenimiz etrafında turlayan uydu sürüleri arasında aşağı yukarı hareket ederek insanlığımız, yarattığımız ortamlar ve daha da önemlisi, onlar içindeki hareket tarzımızla şekilleniyor. Varoluşumuzun her anında ve noktasında, süregiden bir tasarım hikâyesi ve arkeolojisi ile kuşatılmış haldeyiz." (s.356)

Buna bir çözüm gayesi ile, yapıtların tümünü hak ettiği, gerektiğince hazmedebilmek için, bienal kadar emek ve kıymet içeren resmî kataloğu edinmek, sırf etkinlik için değil, ilerleyen yıllar için de bireysel ve kurumsal, eğitsel önemli bir kaynak oluşturuyor. Yine, bienal boyunca elinizden düşmeyeceğine emin olduğumuz üzere, bienal sosyal medyada da size refakat ederek sizi 'cebinizde' biliyor.


"Bunca uyarının muhatabı ben miyim? Bu netice ve tespitler arasında, tüketici olmaktan ziyade ne denli dönüştürücü ve karar verici bir role sahip durumdayım?" gibi 'lüzumsuz' sorulara vesile olan bienalde en etkileyici anonim imgelerden biri de, Galata'daki eski okulun kat merdivenleri arasında alabildiğine devasa biçimde yerleştirilmiş olan bir fotoğraf. Burada, 2015 Ağustos'unda Türkiye'den Kos adasına varır varmaz cep telefonlarına bakan mültecilerin hayatla kurdukları bağ gerek enformatik, gerekse dramatik bir kaygıyla estetikleştiriyor.

Bu yönüyle bienal, yukarıda andığımız "Yaşamı Tasarlamak" ve "Bedeni Tasarlamak" üzerine kurulu nice veri, obje, taahhüt ve vakayı bünyesinde tutuyor. Bunlar arasında en ilginç olanlarından biri de, Columbia Üniversitesi'yle ortaklaşa hayata geçirilen, İstanbul Kabataş'taki Studio X proje mekânında sergilenen, Olağanüstü Tasarımların Medya Arkeolojisi sunumu. 

1206 tarihli, Topkapı Sarayı Kütüphanesi'nde yer alan, Şırnaklı tasarımcı, mucit El Cezeri tasarımlarının vücuda gelmiş halleri, zevk ve işlevin, kültür ve ritüellerin daha o yıllardan başlayarak tasarımda birbiri içinde nasıl sarmalandığını gözler önüne seriyor. "Fil Saati" veya "Su Sebili Otomat" örnekleri, bugün bilim-kurgu olarak nitelediğimiz ve reyonlaştırdığımız her şeyin aslında uzun zaman önce bir pratik kaynağı olarak büyüteç altına çoktan alındığını belgeliyor. Yine aynı bienal mekânında yaratılan aktif araştırma ve sergileme atmosferi takdir alırken, buradaki "İdealimdeki Ev" veya "Işık Kirliliği" gibi ekolojik ve sosyolojik teşhirler, bienalin amaçladığı farkındalık yaratma ve ilgili düşünsel ya da fiziksel delillerle buluşma işlevlerini, bereketle yerine getiriyor.

Bienal mekânlarından bir diğeri, Alt Sanat Mekânı ise, elektronik denetim ve türlü kafeler ile galerileri atlattıktan sonra sizi "Zamanı Tasarlamak" üzerine birçok fikir ve eylemle yüzleştiriyor. Bunlar arasında gelen, küratöryel ekibin çabalarıyla bölgeden alınan orijinal toprak ile yeniden üretilen ve başımızın üstünde yeri var dedirten sunumuyla da pek sempatik gelen İnsanın İcadı’na dikkat etmek gerekiyor. Çünkü bu sunumun temelinde, İstanbul Yenikapı'da 2011'de başlayan metro inşaatı sırasında tesadüfen bulunan ve temelinin 400 kişilik bir ayin olduğu saptanmış, 8 bin 500 yıllık insan ayak izleri yatıyor. Küratöryel ekibi bu sunumda en çok cezbedense, 8 bin 500 yıl önce giyilmiş ayakkabıların bilgisi olmuş. Ne diyelim, İnsanın İcadı için bile bir ilk adım şart, değil mi ? Son bir 'ilk söz' niyetine, ilk adım dedikte, insanoğlunun uzaya ABD sayesinde gönderdiği iki 'mesaj şişesi', 'Gezgin' 1 ve 2'ye de bienalde kozmik bir tasarım belgesi olarak yer verilmiş bulunuyor. Bu sunumda uyduların kat ettiği mesafeler ve içlerindeki mesajlar görselleştirilirken, sesler de dinlenebiliyor. Bununla birlikte sergilenen ş Nesneleri ise, temeli 1,5 milyon yıl kadarcık hiç tasarımı değiştirilmeden ve her nasılsa birçok coğrafya ve kesimde eşzamanlı olarak yaygınlıkla kullanılmış (!) "Aşölyen El Baltası" olan tarihöncesi el aletlerini, türümüzün ilk tasarım nesnelerini günümüz hayal gücüyle yeniden buluşturuyor.

Düş Nesneleri ©Sahir Uğur Eren

Bu yönüyle 3. Tasarım Bienali de, 'uygar' insanın evrimini Aşölyen El Baltası'ndan Cep Telefonu'na uzanan bir yaklaşımla gayet çembersi vaziyette özetliyor:

Hepimiz aynı cepteyiz ve birbirimize olan şarjımız da tüm uygar bahanelere karşın sahiden tükenmek üzere.

Dilerim, bienali gezerken sizler de kendi insanlık rotanızda, bambaşka, hatta daha olumlu keşif ve tespitlerde bulunursunuz.

Bilgi: http://bizinsanmiyiz.iksv.org/

(*) Çıfıt Çarşısı: Türlü şeylerin karmakarışık durumda bulunduğu yer. - Türk Dil Kurumu sözlüğü

0
5053
1
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage