29 HAZİRAN, PERŞEMBE, 2017

Dıştan Nasıl Görünüyorum, İçten Nasıl Hissediyorum?

Akbank Sanat, Merih Akoğul’un küratörlüğünde “Beni Bul” sergisine ev sahipliği yapıyor. Otoportre konusuna odaklanan sergi, 7 Haziran – 29 Temmuz tarihleri arasında ziyaret edilebilecek. “Beni Bul” vesilesiyle Merih Akoğul ile bir araya geldik.

Dıştan Nasıl Görünüyorum, İçten Nasıl Hissediyorum?

“Otoportre, ‘dıştan nasıl görünüyorum.’ ile ‘içten nasıl hissediyorum’un birleşimidir.” diyor fotoğraf sanatçısı, eğitmen ve aynı zamanda İstanbul Modern’in Fotoğraf Danışma Kurulu üyesi Merih Akoğul. Geçtiğimiz sene bu zamanlarda İstanbul Modern’de “İnsan İnsanı Çekermiş” adlı serginin küratörlüğünü üstlenen Akoğul, 20 yılı aşkın bir süredir üniversitelerde fotoğraf dersi veriyor, halen Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde eğitmenliğini sürdürüyor. Fotoğraf kuramı, plastik sanatlar ve müzik üzerine yazıları, eleştirileri birçok gazete ve dergide yayımlandı, bugüne dek 30’un üzerinde kişisel ve grup sergisinde yer aldı, farklı konularda 14 kitabı bulunuyor. Bugünlerde ise Akbank Sanat’ta gerçekleşen “Beni Bul” sergisinin küratörlüğünü üstlenen Akoğul ile sergi üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik. 

Fotoğraf sanatı ve kuramı konularında çalışmalar yapan, bu konuda üniversitede dersler veren, çeşitli müze ve özel koleksiyonlarda fotoğrafları bulunan biri olarak, fotoğraf sevginiz köklerini nereden alıyor? Sanata olan ilginiz nereden geliyor?

Kökü çocukluğuma kadar uzanıyor, o dönemlerde takvimler vardı ve özellikle duvar takvimleri çok modaydı. Yabancı ve Türk ressamların işlerinin reprodüksiyonları ilgimi çekerdi. Saatli maarif takvimi gibi takvimlerin ayna denen kartonları vardır, kartonların yapıştırıldığı, takvimlerin konulduğu, o aynalarda İstanbul fotoğrafları olurdu; Ara Güler, Şemsi Güner, Sami Güner’in fotoğraflarını ilk kez orada gördüm. Hayat Dergisi vardı bir de, 1950’lerin ortalarından itibaren çıkıyor ama bizim Hayat Dergisi’nin varlığını keşfetmemiz 1970’li yıllara denk gelir. Bu derginin içinde yer alan resimler, fotoğraflar, tablo ve fotoğraf reprodüksiyonları tifdruk basım tekniği ile inanılmaz bir kalitede basılıyordu. Sayfalarında sanata dair pek çok örnek buluyorduk. Bunun dışında Doğan Kardeş alırdım ben, o dönemin çocuk dergisinde sanatla ilgili çok şey olurdu. Leonardo Da Vinci’nin Mona Lisa’sını, Picasso’nun bazı resimlerini hatta Dali’nin o çılgın resimlerini orada gördüğümü çok iyi hatırlıyorum. Bunlar değerli, çünkü doğrudan sanatla ilgilenen bir aileden gelmediğim için çevresel faktörler önemli. Hayatımda sanata dair ilk bilgilerimdi bunlar. İkincisi de müzik ve edebiyattı; mesela evimizde Simavi Yayınları’nın kitapları vardı, mitoloji, sanat ve edebiyata ait ilk bilgileri bunlardan öğrendim, bunların farkına vardım. O günlerden Milliyet Sanat Dergisi’ni de çok net hatırlıyorum. Biraz daha büyüyünce, lise son sınıfta 17 yaş civarlarında Milliyet Sanat, Hürriyet Gösteri ve Sanat Olayı dergileri benim hayatımı çoktan biçimlendirmişti bile. Bunları okuyarak Türkiye’de ve dünyada edebiyat, tiyatro, sinema, fotoğraf, resim ve müzik üzerine inanılmaz bilgiler edindim. Zaten bugün yaptığım bütün projeler, küratöryel çalışmalarda hep bu durumun yararını görüyorum, iyi ki küçük yaşlarımdan itibaren bilgiyi depolamışım.

Bugün Kendimi Peygamber Gibi Hissettim

C-print, 65x100 cm, Ed.1/6 

Akbank Sanat’tan önce, İstanbul Modern’de “İnsan İnsanı Çekermiş” adlı, Türkiye fotoğraf tarihini insan portreleri üzerinden ele alan bir serginin küratörlüğünü üstlendiniz. “Beni Bul” sergisini tarihsel süreç üzerinden inceleyecek olursak, Türkiye fotoğraf tarihinde otoportre geleneği ve uygulama süreci sizce nasıl gelişti? Cumhuriyet tarihinden beri otoportrenin yolculuğundan bahsedebilir misiniz?

Otoportre, dünya sanatında resimde ve fotoğrafta oldukça yoğun bir şekilde işleniyor. Küratörler, müzeler, galeriler bir şekilde bunları bir araya getirip sergilerini yapıyorlar. Biz sözlü gelenekten geldiğimiz için, ülkemizde hep arşivlere ulaşmakta zorluk çekiliyor. Bir şeyleri biriktirme ve bulabilme sorunu hep yaşanıyor. Tadilatta olan müzeler, eserlerin doğru dürüst korunamaması… Sanatçılar öldükten sonra gerek devlet, gerek yerel yönetim, gerekse aileleri veya özel kuruluşların sanatçı mirasını yeterince koruyamadıklarını görüyoruz. Müthiş bir kültür mirasının yok oluşunu üzüntüyle seyrediyoruz. Sanat tarihi dediğimiz zaman, sanatın yanındaki tarih kelimesinden aslında korunmuş, bir yerde tutulmuş, saklanmış olanı anlamamız gerekiyor. Bizde ne yazık ki bu konu büyük bir problem.

Türk ressamların, neredeyse hepsi otoportresini yapmıştır. Fotoğrafçılıkta da otoportrenin durumu aynıdır. Eskiden fotoğraf çekerken filmimiz biterdi, 35 kare çekerdik son bir iki kareyi de kendimize ayırırdık. Biz de tıpkı bugün “selfie” yapar gibi kendimize doğrultarak ya da makinanın üzerindeki self-timer’ı kurup karşısına geçerek 10-15 saniye içinde fotoğrafımızın çekilmesini beklerdik. En azından bizim tarihimizde böyle. Cumhuriyet tarihine bakıldığında, hatta daha gerilere bile gittiğimizde, isimsiz fotoğrafçılardan tutun Pera’nın stüdyo fotoğrafçılarına kadar böyle otoportrelere rastlanabiliyor.

“Beni Bul” sergisine gelecek olursak, Türkiye’de otoportre konusunda, fotoğraf anlamında ilk kez, 23 sanatçı ve 5 kişiden oluşan bir kolektif ile 24 ayrı iş sergileniyor. Türkiye’de bugüne kadar yapılmış ilk ve en kapsamlı otoportre sergisi. Çok daha uzun çalışılarak, sayıca daha fazla fotoğraf ile 100-150 kişilik bir sergi bile yapılabilirdi ama buradaki işlerin nitelikleri çok farklı. Biz, bu sergide başlangıç anlamında en eski tarihli fotoğraf olarak Yıldız Moran’ın otoportresini aldık. Moran Türkiye’de akademik eğitim almış ilk kadın fotoğrafçımız ve inanılmaz çalışmaları olan bir sanatçı. 1955 yılına tarihlediğimiz otoportresi, fotoğrafın ülkemizde kendine gelmeye başladığı bir döneme ait. Örneğin Ara Güler’in ilk fotoğrafları da 1950’lerde görülmeye başlamıştır. Bunun yanında, genç bir sanatçı olan Yonca Karakaş’ın fotoğrafı da sergi başlamadan 20 gün önce son halini aldı. Bu açıdan bakıldığında, sergi 60 seneden fazla bir süreci kapsıyor.

Merak, 2014
C-print Diasec, 65x97 cm, Ed. 1/1 

1950’lerde Ara Güler ve Yıldız Moran’ın fotoğraflarının çıkışından bahsettiniz, o döneme tanıklık etmeseniz de sizinle bu fotoğraflar nerede ve nasıl kesişti? Biraz bahsedebilir misiniz?

Ara Güler’in 1955’lerdeki fotoğraflarından söz edersek, fotoğrafları Hayat Dergisi’nde çıkıyordu ve o günlerde yaşamadığı için bizim gibi bu fotoğrafları göremeyenler, 70’li yıllardan itibaren kitaplarda bu fotoğrafları görmeye başladılar. Yıldız Moran’ın fotoğrafları 2013’te Pera Müzesi’nde sergilendi. Fotoğraflar çekildiği günlerde değil, daha sonra kıymete biniyor, ben buna “ruh çağırma“ gibi tuhaf bir deyimi kullanarak yaklaşımda bulunuyorum. Sanatçıların yeniden gündeme gelmesi; bu işi araştıranlar, sergi yapanlar, müze, galeri, küratör, sanatçı yani onlara sahip çıkan insanlar sayesinde oluyor. Bir sanatçıyı ve yapıtını, işin üretildiği dönemde anlamak zor. Bu, sanatçının çağını aşmasından çok, izleyicinin duyarsızlığı ile ilgili bir durum.

Bugün, 2017 yılında, bir fotoğraf yapılıyor, ya yeterince dikkat çekmiyor ya bir kenara atılıyor ya da çok popüler olup yere göğe sığdırılamıyor. Bana göre bunların hiçbiri ölçü değil. Benim bir ölçüm var, bir kişinin sanatı ile ilgili konuşmak için, sanatçısının ölmüş olması, başka bir deyişle, yeni yapıt üretmiyor, daha önce yaptıklarının yanına yeni bir şey koyamıyor olması gerekiyor. Bundan sonra doğru biçimde değerlendiriliyor. Sanatçılar ölene kadar üretiyorlar ve öldükten sonra da kıymetleniyorlar. Sonuçta tarihe kalmak, sanatçıyı anlayacak, yaptığı işleri takdir edecek izleyiciye bağlı.

“Beni Bul” sergisi için 23 sanatçı ve bir kolektif sizin küratörlüğünüzde bir araya geldi. Sergide farklı dönemlerden bulunan işleri de düşündüğümüzde, bu birliktelik nasıl oluştu, sanatçı ve iş seçimleri nasıl şekillendi? Kürasyon üzerine biraz konuşabilir miyiz?

​Küratörlük orkestra şefliği gibidir, bir veya birden fazla yapıtı repertuvarınıza alırsınız, o konser bu sergiye karşılık gelir aslında. Seslendirecek müzisyenlere ihtiyacınız vardır, yani eseri seçersiniz, salonu seçersiniz, hatta bazı müzisyenlere bakarak repertuvarınızı yaparsınız, orkestra neyi iyi çalabilir, çok önemli bir noktadır bu. Orkestranın çaldığı, daha önceki eserlerine bakarak durumu değerlendirirsiniz.

​Çocukluğumdan beri otoportreler hep ilgimi çekti, son 15 yılda da hep otoportre sergisi yapmak istiyordum. Sanatçıların seçimine gelirsek; benim için yapıt kişiden daha önemli olduğu için, farklı bağlamlardan insanlar bir arada olabildi. Bu şekilde genç bir fotoğrafçı ile, Türk fotoğrafının ustalarından biri aynı sergide yer alabildi. İstanbul Modern’de de aynı şekilde ilerlemiştim. Bu sergi, üç farklı bağlamda yapılan bir seçimden oluşuyor. Bir: Sanatçıların daha önce sergilerinde gördüğüm ve aklımda kalan yapıtları. İki: Onların muhtemelen, arşivlerinde olduğunu hissettiğim ama görmediğim işleri, yani “Otoportreniz var mı?” diye sorarak bulduğum fotoğraflar. Üç: Sanatçılarla karşılıklı, etkileşimli çalışarak, üretim aşamalarına tanık olduğum işler. Bu üçüncüsü; Burcu Aksoy, Deniz Açıksöz ve Yonca Karakaş gibi sanatçılarımın yeni seriler üretmelerine de neden oldu. H-art Collective ile de aynı şekilde ilerledik. Ben tabii ki sanatçıların üretimlerine asla karışmıyorum, sadece süreci takip ediyorum ve düşüncelerimi paylaşıyorum. Çünkü, birbirine çok benzer işler çıkarsa, hoş olmaz. Otoportre, sanatçıların kendilerini göstermek istedikleri gibi oluşturdukları fotoğraflardır. Herkes istediği ve fotoğrafa dönüştürmeyi becerdiği işi ortaya çıkarmak durumundadır.

Küratöryel metinde bahsi geçen Kürk Mantolu Madonna romanına gelecek olursak, kahraman Raif Efendi’nin Rönesans’ın önemli eserlerinden Andrea del Sarto’nun Madonna delle Arpie’sine aşık olması ve bu bağlamda sanat yapıtının, resmedilen nesnenin önüne geçmesinden bahsedebilir miyiz? Otoportre, resim tarihi üzerinden incelenecek olursa, sanatçı için ne ifade ediyor? 

Dünya resim tarihine bakıldığında, portrelerde de otoportrelerde de onu yapan sanatçının bir stili var. Kendi otoportresini de o stil içinde yapıyor. Orada stil kişinin kendisini aşıyor. Biz her zaman birebir yapılan bir resimden bahsetmiyoruz. İnsanın bir kendini gördüğü var, bir de tarzı içinde stilize etmesi söz konusu. Mesela ünlü ressamlar yaptıkları resimlerde, kendilerini resimde benzetmek yerine, kendi çizgilerini kullanarak sanatlarını gösterme yoluna gitmişlerdir. Bakın Picasso’ya, nasıl hissediyorsa, kendi tarzı ve yeteneği neye izin veriyorsa onun resmini yapıyor. Bu nokta çok önemli. Kendimizi de göstermek istediğimiz gibi ifade ediyoruz, zaten sanat gösterilmek istenenden ibaret. Sanat tarihinde konu benzetmek, birebir çizmek değil. Hissettiğini, kendi tarzın, biçemin üslubun üzerinden karşı tarafa veriyor olmak. Burada da öyle, otoportrenin sahibini tanımama sebebi sanat yapıtında Raif Efendi’nin de, kadını aşkınlaştırmış olmasındandır. Raif’in fazla resim bilgisi de yok, sonradan araştırıyor. Yapıtın, Andrea del Sarto’nun resmi Madonna delle Arpie olduğunu anlıyor. Kadına kitlendiği için, kadını zihninde kendi duygusallığı ile birlikte bir şekle soktuğu için, iyice yapıtın kendisinden uzaklaşmış oluyor. Aslında Raif’in bir kalbe, bir kadının sevgisine ihtiyacı var, ruhunda bir insana ayırmış olduğu boşluğu kapatmaya çalışıyor, bu başka bir şey de olabilirdi. Ama onun resminden etkilenmesi, gerçek hayattan kadınlarla ilgili duyduğu korku ve heyecanla da çok ilgili. Kendisine niye bu kadar etkilendiği sorulduğunda Freudyen bir şey söylüyor, “Anneme benzettim sizi.” diyor. Kaçma duygusu içinde bu cevabı veriyor. Canımız yandığında ne olur? “Anne” diye feryat ederiz. Küçükken başımıza bir şey geldiğinde ilk çıkan söz bu olur. Raif de, Maria Puder’in otoportresinin yerine annesini koyarak bilinçaltından cevap veriyor. 

Katalogdaki fotoğraflara baktığımda, yanlarında yer alan metinler görüyorum. Bunlar sergide de fotoğraf yanlarında kullanılmıştı. Bu metinler nasıl gelişti? 

Katalogdaki fotoğrafların yanında yer alan metinler, sanatçıların işlerinin hikâyelerini dinledikten sonra yazdığım yazılar. Fotoğraflar için sanatsal, şiirsel tatlar taşıyan bir şey yapmak istedim. Bu metinler edebiyat üzerinden, sanatçı ile izleyici arasında duygusal bir köprü kurarak işlerin daha iyi anlaşılmasını sağlamak üzere kurgulandı. “Beni Bul” sergisinin en az giriş yazısı kadar önemsediğim ve üzerine emek verdiğim bir çalışma oldu. Ve gerek sanatçılardan, gerekse izleyicilerden aldığım yorumlardan kullandığım bu yöntemin amacına ulaştığını gördüm.

Ben, 2016
Fine Art baskı, 40x55 cm, Ed.1/3 | Fine Art print, 40x55 cm, Ed.1/3 

Sergide genç ve usta isimleri bir arada görüyoruz. İşlerin yerleşimi nasıl ayrıldı? 

Sergide, giriş katını ağırlıklı olarak ustalara ayırdık, ama bu sergide genel anlamda gençlerle ustaları bir araya getirdim. Ustaların genç damarı ve gençlerin de sergiye yakışır olgun işleri bir arada, uyum içinde yer aldı. Giriş katında ustalarla birlikte, 30 yaşında genç bir sanatçı olan Deniz Açıksöz de var. İkiz kardeşi ile yaptıği iş çok çarpıcı. Sergi etiketlerini unutursanız sanatçıların işleri arasındaki ahengi göreceksiniz. Bu katı genel olarak incelediğinizde, burada Gül Ilgaz, Şükran Moral, Ahmet Elhan, Kezban Arca Batıbeki - annesi üzerine işi geliştirmişti, bu işini yaparken annesi vefat etti, - Ferhat Özgür, Sıtkı Kösemen ve Balkan Naci İslimyeli’nin işleri var. Burada, en genç arkadaş söylediğim gibi Deniz. İkinci katta ise, Burcu Aksoy, Sadık Demiröz, Ahmet Öner Gezgin, H-art Collective, Hüseyin Işık, Ali Kabaş, Çerkes Karadağ, Yonca Karakaş, Şahin Kaygun, Yıldız Moran, Levent Öget, Aleksi Petridi, Erhan Şermet, Rıza Aydan Turak, Cem Turgay, Muammer Yanmaz’ın işleri bulunuyor. Yıldız Moran ve Şahin Kaygun gibi Türk fotoğraf sanatının şu an aramızda olmayan iki büyük ustası, çarpıcı otoportreleri ile üst katın hamiliğini yapıyorlar.

Şükran Moral uluslararası arenada sıkça yer alan, çok cesur işler üreten bir sanatçı. Bu sergideki işi daha romantik ve çok ilgi çekti, siyah beyaz bir fotoğraf bu. 1996 yılında Roma’da yaptığı bir performans. Bir karyola gerekiyor yapacağı performans için, oğlunu AIDS’ten kaybeden bir anneden karyolayı alıyor. Bacaklarının arasında bir monitör televizyon var ve orada da bir görüntü yer alıyor. Hristiyan mitolojsine de bir gönderme var tabii ki bu performansta; sergideki fotoğraf da bu performans anında üretilmiş. Oysa biz, tülle örtülü bir portre görüyoruz sadece.

Gül Ilgaz’ın Rene Magritte göndermeli bir işi var. Magritte’in işlerini andıran, o temizlikte, o minimal yapıda ama buna rağmen garip bir sürrealizm, fantastik bir hissiyat taşıyor içinde. Gül ağırlıklı olarak bedeniyle yapıyor çalışmalarını. Taş  ve ten inanılmaz bir vuruculukta yanyana geliyor bu fotoğrafta. Balkan Naci İslimyeli, yüzünü adeta zamanın içine gömmüş, Ferhat ve Şükran’ın işlerinde olduğu gibi suretini silikleştirmiş. Bir elinde nar, bir elinde bıçak, tıpkı geleneği çağrıştıran bir müzik yapıtı gibi majörlerle minörü, batı ile doğuyu aynı satıh üzerinde birleştirmiş. Suretin flulaştığı yapıtta, anlam iyice öne çıkmış. Kanla kutsanan coğrafyaların çağdaş bir özeti olmuş.

Görgü Tanığı, 2016
Fine Art baskı, 80x95 cm, Ed.2/2 | Fine Art print, 80x95 cm, Ed.2/2 

Ahmet Elhan’ın da erken dönem işlerinden birini sergiliyoruz, fotoğraf makinesi yok burada, bir fotoğrafçının, şaman gibi devinimi var. Fotoğrafın çekim sürecinde kendi hareketleri var, fotoğraf çekildiğinde, bitmiş kare gözüküyor. Bir fotoğraf da o hareketlerin bir sonucu; ışığı ayarlıyor, açısını buluyor, dizilimini ayarlıyor ve bir seri hareket sonucunda fotoğrafını üretiyor. Düşündürücü… Kezban Arca Batıbeki’nin sergideki fotoğrafı, annesi ile yaptığı  bir seriye ait. Sanatçının annesi Nurhan Nur, Türk sinemasının önemli isimlerinden. Sanatçı annesinin bir gençlik fotoğrafındaki aynı elbisesinden yine yaptırarak, ona giydiriyor ve yıllar sonra aynı pozu verdiriyor. Kezban Arca Batıbeki’nin atölyesine gittiğimde buldum bu işi ve mutlaka sergiye koymak istedimi söyledim ve otomatik olarak serginin bir parçası oldu bu fotoğraf. Kezban: “Ben de belirli bir yaşa gelince annem gibi olacağım, annem güzel bir kadındı, sinema ve sanat dolu bir hayat geçirdi” diye bana anlattı. Bu sergideki anne fotoğrafı da, kendisinin geleceğini annesinde fizik olarak bulduğu için burada. Biz bu işi alıp, serginin açılmasını beklediğimiz süreçte  annesi vefat etti. Böyle trajik bir hikâyesi de var bu fotoğrafın. İnsanlar kendilerini, egolarını sergiye koyarlarken aslında hayatlarından bir kesit de paylaşıyorlar burada. Ben, fotoğrafın hayatın kendisi olduğuna daima inanmışımdır.

Deniz Açıksöz ve kardeşi Derya, ikizler. Deniz, metroda bir gün ikiz görüyor ve kendi kendine “Ne kadar tuhafmış bu ikizler!” diyor. Kendisine bu durum asla tuhaf gelmiyor önceden, çünkü kardeşine bakıyor ve bir kişi görüyor. Bir ruh gibi oluyor buradaki iki insan. 30 yaşlarındalar ve 25 sene önceki kıyafetlerinin aynısını giyerek tekrar bir araya geliyor ve çocukluklarının geçtiği Avcılar sahilinde -geçmişle gelecek- el ele bir fotoğrafta çıkıyorlar. Bu iş, küratöryel anlamda çalışarak yapıldı. Ne yapmalıyız, nasıl ilerlemeliyiz diye konuştuk, tartıştık, ikizlik olgusunu masaya yatırdık ve iş şekillenmiş oldu.

Ferhat Özgür, Bugün Kendimi Bir Peygamber Gibi Hissettim ile Hristiyan mitolojisine, özellikle azizlere bir bir gönderme yapıyor. Yüzlerinin ışıması, başlarında hale olması, yalnızlık, sabır, çile ve peygamberliğe giden yoldaki birçok öge burada mevcut. Yüz yine gizli. Seçilirsin, rüyanda görürsün, kimseyle paylaşmazsın, ışık vardır ve giz vardır bu işlerde. Bütün dinlerde, ermiş ya da aziz hikâyelerinde vardır bu.


Nar ve Kan (Suret Serisi’nden), 1988 Tuval üzeri dijital baskı, 91x126,5 cm, Tek baskı Digital print on canvas, 91x126,5 cm, Unique 

Bugün otoportre nerede duruyor? Özellikle teknoloji çağı ve mobil cihazlar ile herkesin her an kendi otoportresini çekebilmesi, uygulamalar aracılığı ile kendi imgesi üzerinden oynamalar yapma imkânı ile birey toplumsal olaylar içerisinde nasıl bir konumda bulunuyor?

“Selfie” çağı, yani insanın makinesini, objektifini, kendisine doğrultma çağı son 10 senedir özellikle mobil cihazlara, cep telefonlarına yüklenen fotoğraf fonksiyonunun çok önemli ve kaçınılmaz sonucu. Artık hepimiz neredeyse fotoğraf makinelerimizi bir kenara attık. Cep telefonuyla çekilmiş fotoğraflar kitaplarda bile kullanılıyor, projeler onlarla yapılıyor, ki bizim sergide telefon ile üretilmiş fotoğraf da bulunuyor. H-art Collective’in grup işi ve Levent Öget’in işleri… Öget film ve klasik dönemden gelmesine rağmen cep telefonu ile çekilmiş bir işini seçtim. Çünkü cep telefonları her zaman yanımızda. 1970’lerde, Sultanahmet’te Japon turistler bizden kendi fotoğraflarını çekmemizi isterlerdi. Kendilerini çektirmeleri bize tuhaf gelirdi. Bugün ise “selfie” var. İnsanlar artık ben bu dünyada yaşadım, elimde cep telefonum var, bulduğum açı, ışık, fon ve obje ilişkisini kullanıp fotoğrafımı çekerim diyor. İnsanların kendine güveni geldi.

Artık benim burnum eğri, çenem büyük gibi bahaneler kalmadı, insanın kendi fizyonomisiyle ilgili sıkıntıları bitti. Aynı anda bir fotoğrafçı ve model aynı aks üzerinde birleşti. Hem fotoğrafı çekip hem de poz verirseniz, karşıya hesap da soramazsınız. Kendinize itiraz edemezsiniz, bizim sergimizdeki otoportreler de böyle. Sanatçılarımız, objektiflerini kendileri üzerinden, kendilerinin çağrıştırdığı izleklere yönelterek fotoğraflarını çekiyorlar. Günümüzde, dikkat ederseniz cep telefonları da üzerlerindeki fotoğraf fonksiyonu, objektif kalitesi, çözünürlük yani kaç megapiksel olduğundan yola çıkılarak pazarlıyor. Başka fonksiyonları önemli değil, örneğin alarmın şöyle sesi var, hesap makinesi böyle gibi… Alarm zaten alarm, saat zaten 24 saat, bu özelliklere ekleyebileceğiniz yeni bir şey yok. Mesaj atılabiliyor, telefon görüşmesini her telefon yapabiliyor. Fotoğraf kapasitesi için bellekler de gelişti, daha fazla fotoğraf tutabilmek için telefonların kapasiteleri artırıldı.

Ben aslında teknolojiyi kendi hayatımda da, hep geç takip edenlerdenim. Daktilodan bilgisayara, filmden dijitale de çok zor geçtim, biraz kendi muhafazakârlığım var, bir çeşit temkin diyelim buna. Ama çağın gelişimi, teknolojideki değişimler beni hep yanılttı aslında, ben de teknolojiyi kabul ettim sonunda. En kötüsü bunları kabul etmemek olurdu. Şunu unutmayalım ki bugün dünyada pırıl pırıl CD’lerden plağa dönülüyor, filmle çekim yapan hâlâ birçok fotoğrafçı var, polaroid yeniden ortaya çıkmaya başladı. Eski, arkaik olanın kendine has bir tadı var, üstelik insanlar da buna daha fazla para vererek ediniyor. Siz bir CD’yi 25 TL’ye alırken, aynı plağı 75 TL’ye alıyorsunuz, üstelik içine sığmadığı için eksik parçalar var, 40 dk plak, 70 dk CD. Biz plakları neden değiştirmiştik? Hışırtı, çizilme, cızırtı, iğnenin eskimesi gibi teknolojik sebeplerden dolayı. Onun verdiği analog tat ve lezzet tekrar uyandı, insanlar deli gibi pikap satın alıyor, eski plaklarını piyasaya çıkarıyor. İkinci el plaklar satılıyor, birçok plak yeniden basılıyor. Demek ki analogla ilgili bir şey var özlenen. 

Taş ve Ten, 2012
Alüminyum üzerine C-print, 55x100 cm, Ed.1/3 C-print on aluminum, 55x100 cm, Ed.1/3 

Sergide, otoportreler aracılığı ile aslında sanatçı ve objesini aynı karede görüyoruz. Fotoğrafçıdan modele dönüşen, kişilik bölünmesi ile yüzleşen fotoğrafçının anı sonsuzlaştırma sürecinden bahsedebilir misiniz? Fotoğrafçı için bu üretim süreci nasıl bir deneyime dönüşüyor?

Banta kayıt edilmiş sesimizi dinlediğimizde kendi sesimiz gibi gelmez. Çünkü sesimizi dinlediğimizde, sesi içeriden, kafamızdan duyarız, dışardan duyulan farklıdır. Otoportrenin içinde, kendini başkasının gördüğü gibi görüyor ve istediğin gibi gösteriyorsun. Hangisi sensin? Bugün toplumda, sen beni nasıl görüyorsan ben oyum, hissettiğim gibi değilim. İnsanın toplum tarafından gözlemlenmesi ile oluşan kanı ile kişinin hissettiği arasında çok fark var. Bu durum daha çok ego ile ilgili tabii. Genelde insanlar güçsüzdürler ama kendilerini çok daha üstün görürler ve çevrelerine böyle göstermek isterler. Buradaki tek gerçeklik, hepimizin insan olduğu üzerinedir. Sanat yapıtının kendisi, bunu üreten sanatçı ve bu sergiyi izleyip üzerine yorumlar yapan izleyici yani kamuoyu; bu üçü birlikte olmadan, sanat asla var olamaz.

©Nazlı Erdemirel

Geçtiğimiz sene içinde İstanbul Modern’de "İnsan İnsanı Çekermiş", PG Art’ta "Poz" ve Akbank Sanat’ta "Beni Bul" adlı sergilerin küratörlüğünü üslendiniz. Bir de Galeri Işık’ta "Bir Şehir: Montreal, Bir Ülke: Küba" adlı fotoğraf serginiz açıldı. Sizin için otoportre, portre ne ifade ediyor ve hem küratöryel hem sanatsal pratiğinizde nasıl bir konum ediniyor?

Bir portre fotoğrafçısı değilim. Portre ve otoportre çekmiş olduğum halde, mekân, sokak, yaşamın tuhaf kırılgan anları, insanların fazla olmadığı, onların içlerine girmediğim fotoğraflar çekerim ağırlıklı olarak. Katalogda ise bir yerde otoportremi gizledim, özgeçmişimin olduğu yerde buğulu bir fotoğraf var, o benim otoportrem. Çok soyut bir şekilde koydum, küratör fotoğrafını tabii ki sergiye koymuyoruz ama katalog ve fotoğrafın mizahi tarafı ile otoportrem biyografimin üstünde duruyor. 15 sene önce çekilmiş, banyonun buğusu ve out-of-focus yani netsiz bir fotoğraf bu. Fotoğrafçılık tarzım bu ama küratörlüğüm daha farklı. Bir yıl içinde üç küratörlük bir kişisel sergi projem oldu, bir de bireysel kitabım yayımlandı. Her yıl Eczacıbaşı’nın “Fotoğraf Sanatçıları Dizisi”ni çıkarıyoruz. Bundan tam bir sene önce, aynı tarihlerde, Haziran ayında “İnsan İnsanı Çekermiş” açıldı. Sonra, Galeri Işık’ta, İhya Bozkurt ile birlikte “Bir Şehir: Montreal, Bir Ülke: Küba” başlıklı sergiyi açtık. Sergiyle birlikte Montreal’de Bir Mevsim kitabım çıktı. Sonra, PG Art’ta yine portre üzerine “Poz” sergisini gerçekleştirdim. Kasım ayında ve bir yıl geçmeden “Beni Bul”u yapmak için Akbank Sanat’tan teklif aldım. Bu üç serginin, üçü de portre üzerine, tuhaflığı da burada. Demek ki insanların insanları çekmesine bir şekilde kilitlenmişim, çünkü portre her zaman çok çarpıcı, değişik gelmiştir bana. İnsan, egosantrik bir varlıktır. 

©Nazlı Erdemirel

Freud’u çok severim ve üzerine yeni kuramlar koyulmasına rağmen geçerliliğini sürdüren pek çok konu var hâlâ. Her zaman söylerim, sanatta yapılan her şey birilerine “beni sevin” mesajını vermek içindir. Bizler aslında kitaplar yazarak, sergiler açarak, insanlara bizi sevin, destekleyin, düşüncelerimize katılın diyoruz. Düşüncelerimizin doğruluğunu bir biçimde sınamış oluyoruz.

Sanat tarihine baktığınızda, sanatçıların, dünya ile dertleri, sıkıntıları, meseleleri olan insanlar olduğunu görürsünüz. Onların çılgınca üretimler yapmalarının, bütün hayatlarını, parasız pulsuz, bir sürü sorunla sürdürmelerinin sebebi aslında bu dünyada kendileri gibi insanların varlığına inanmaları olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Ve ürettikleri yapıtlarıyla bu insanları bir biçimde bulurlar. Aslında her yapılan kitap, her açılan sergi, her yapılan beste oltaya takılan bir yemdir ve balıklarını bekler. “Otoportre”, sanatçının kendini araması ve kendi üzerinden yeni veriler bulmasının serüvenidir. Kendi kendine oynanabilen bir oyundur. Model de fotoğrafçı da aynı kişi olunca, poz verecek model ortadan kalkıyor. Ortaya çıkan her şey sana ait. Otoportre de tıpkı otobiyografi gibi başkalarının görmediğini içeriden size duyuruyor. “Dıştan nasıl görünüyorum” ile “içten nasıl hissediyorum”un güzel bir karması, bileşimi, kendini aradığında kendini bulmuş olmanın haklı sevinci olarak özetleyebiliriz bu durumu. Benim için de adeta bir sanat laboratuvarı ve inanılmaz bir deneyim oldu bu sergiyi oluşturmak.


0
10640
0
Fotoğraf: Nazlı Erdemirel
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Advertisement
Geldanlage