08 OCAK, PAZARTESİ, 2018

Sahiden, Kimdir?

Kimdir Bu Mitat Karaman? ile mizahi, polisiye bir hikâyenin peşine düşen Doğu Yücel ile romanı, insanın yarımlığını ve tamamlanmayı konuştuk. 

Sahiden, Kimdir?

Mitat’ın h’si düşmüş adına bile yansıyan yarım kalmışlığından başlayalım. Biraz da genelleyerek sorayım: İnsan niye yarım kalır? Sonra o eksik yarım başına ne işler açar?

Düşünen insan bence hep biraz eksik kalır. Düşünmeyen insan ise o eksikliğin farkında olmadan güle oynaya yaşar. Mitat’ın macera patlak vermeden önceki hali böyle işte. İçine düştüğü rutinleri, aşırı korumacı hayatı ve yalnızlığını sorgulamadan mutlu mesut yaşıyor. Başına gelen olaylarla birlikte ise değişmeye, dönüşmeye ve tamamlanmaya başlıyor. Bana göre bir insanın kendini tamamlaması için bazı tehlikeli olaylarda kendini bulması veya güvenli modern hayat biçimini terk edip risk alması gerekiyor. 

Şimdi sen de böyle düşünen, sorgulayan insan filan deyince sormadan geçemeyeceğim. Mitat’la birlikte fantastik anlatıyı bir kenara bırakıp, sadece gerçekçi değil, bir bakıma toplumcu gerçekçi bir damara meyletmişsin sanki. İlaveten polisiye ve son derece mizahi. Toplumcu gerçekçi mizahi polisiye mi diyeceğiz? Bu türe kısaca ne diyelim?

Bilmem ki, ben bu türlerden, kategorilerden çok çekmiş bir yazarım. Bugüne kadar bilimkurgu dediler, korku dediler, fantastik dediler, tüm bu tanımlamalar bazı okurların beni merak etmesine yol açsa da çoğunda olumsuz önyargılara yol açtı. Bir de ben daha önceki herhangi bir kitabımı da tek bir türle sınıflayamıyorum. Hayalet Kitap’ta mesela, korku da var, gençlik edebiyatı da var, diğer yandan gotik de var. Mitat da öyle. Dediğin gibi polisiye de var, kara mizah da var, karakter odaklı klasik edebiyat anlayışı da var. Şahsen kısaca “çağdaş edebiyat” denirse mutlu olurum ama bu kategoriyi ben belirleyemem. 

©Nazlı Erdemirel

Tamam, haklısın, niyetim derdini katmerlemek değildi. Sadece yeni sulara açıldığına dikkat çekmek istedim. Tabii bu arada fantastik anlatıyı kenara bırakmışsın dediysem, cinlere, perilere selam çakmaktan da geri durmamışsın. Fakat bu defa parodisini yapıyorsun sanki o mevzuların. 

Önemli bir soru. Ben fantastik edebiyatı bir okur ve yazar olarak sevsem de benim için fantastik unsurlar her zaman amaç değil araç olmuşlardır. Bence klasikleşmiş ve zamanın sınavından geçmiş fantastik eserler de böyledir. Mary Shelly, Frankenstein’da bir canavar hikâyesi mi anlattı? Hayır, ölüm karşısında insanoğlunun çaresizliğini en iyi böyle, yani ölümü yenmek için yaratılan bir yaratık üzerinden anlatabilirdi. Ben akılcılığa ve pozitif bilimlere inanan biri olarak hiçbir zaman hurafelerin toplumda yerleşmesini sağlamlaştıracak eserlere imza atmak istemem. Önceki öykü kitabımdaki Evim Güzel Evim’de yalnız bir yazara musallat olan esin perileri vardı mesela, detaylı da anlatmıştım bu varlıkları. Ama öykü içindeki detaylar akılcılığı öne çıkarıyordu. Mitat’ın macerasında ise bir bölümde cinlerle ilgili bir yan hikâye söz konusu. Cinler fantastik dünyada en sevmediğim yaratıklar olabilir. Bana çok saçma ve drama sanatı açısından çok faydasız geliyorlar. Türkiye’de cin filmleri patlayınca bu yaratıklardan daha da nefret ettim. “Okul” filminin yazarı olmamdan dolayı da bu cin furyasından biraz kendimi sorumlu tutuyorum, çünkü Okul filmiyle Türk korku sinemasına yeni bir başlangıç yapmasaydık belki de tüm bu cin filmleri olmayacaktı. O yüzden Mitat’ın hikâyesinde biraz şu cinlerle dalga geçeyim de eğer hâlâ korkan varsa biraz onların da korkuları yumuşasın istedim. Tabii bunu hikâye de istiyordu; çünkü Mitat’ın polisiye mevzuyu incelerken kolaya kaçıp çözümü akıl dışı dünyada aradığı bir bölüm var. Cinler de birkaç bölümde insanın köşeye sıkıştığında bulduğu akıl dışı çözümlere iyi bir örnek oldular. 

Şu cinlerle dalga geçeyim motivasyonu, Mitat’ın başka konulara ya da toplumsal kesimlere bakışına da biraz yansımış olabilir mi? Yaşam biçimi bakımından Mitat’a, ya da açıkça söyleyelim, kendine benzemeyen kimi kesimler de yer yer nasiplenmiş olabilir mi bu tutumundan?

Buna aslında okur karar vermeli ama bana Mitat’ın diğerlerine bakışı naif ve çocuksu geliyor. Apartmandaki en yakın arkadaşı kendisinden çok farklı olan Yıldız Hanım mesela. Ama kitapta farklı kesimleri tiye almalar var. Ben şahsen acımasız mizah tarzını seven biriyim. Politik doğruculuktan da çok hoşlanmam. Kitapta yer alan her kesim kitabın alaycı tavrından nasibini az çok alıyor. Bu iğnelemenin en çok Mitat’a ve Mitat’ın mensubu olduğu beyaz Türklere yönelik olduğunu düşünüyorum. 

15 Temmuz sonrası romanları diye bir kategori açılsa Mitat hemen başköşeye yerleşir. Romanın fonuna neden bu dönemi almak istedin?

Yine tam bir yazar sorusu. (Gülüyor.) Bu kitabın yaratım mücadelesi 2015’te başladı, o zaman kafamda sadece bir karakter olarak yer alıyordu Mitat. Onu nasıl bir hikâyeyle kaleme almam gerektiğini kara kara düşünüyordum. Bir yandan ülkenin en karanlık dönemlerinden birini yaşıyorduk, patlayan bombaların haberlerini aldığımız korkunç bir dönemdi. Değil kitap yazmak, kitap okumak bile mümkün değildi. Kafamızı Twitter’dan ve haberlerden kaldıramıyorduk. 2016 da böyle devam ederken toplumsal hayatımızın en büyük travmalarından biri olan darbe girişimini yaşadık. Darbe girişimi gecesini çatışmalara ve sonik patlamalara yakın bir bölgede tek başıma geçirdim. Yalnız yaşamayı seven biri olsam da ilk defa o gece kendimi tek başına içinden çıkamayacağım zor bir durumda buldum. Yalnızlığımı sorguladım ve zaten aklımda olan yalnız anti-kahraman Mitat’ı yazmaya tamamıyla ikna oldum. Ağustosta yazmaya başladım. Benim romanlarım genelde yazıma başlanan dönemlerde geçer. Fakat nedense ilk taslaklarımda hikâye aralıkta geçiyordu, karakterler palto falan giyiyordu. Oysa benim gerilimli bir atmosferde terleyen insanlara ihtiyacım vardı. Romanın kilit sahnelerinden biri olan mevlit sahnesinde Mitat’ın stresten terlediğini yazdım. Bir başka sahnede ter damlası terliğine düşüyordu. Fakat aralıkta o ter damlası bana inandırıcı gelmedi. O anda anladım, hikâyeyi darbe girişiminden uzak tutarak korkaklık yapıyordum. Ayrıca hissiyat olarak darbe sonrasındaki tedirgin atmosfer bu hikâyeye çok şey katabilirdi. Kısacası Mitat’ın olağanüstü hikâyesi inatla olağanüstü hâli çağırıyordu. Zamanlamayı tekrar düşündüm. Takvimde doğru yeri aradım ve sonunda buldum, darbe gerginliğinin devam ettiği ama hayatın normale döndüğünün iddia edildiği eylülün ilk haftasına gözümü kestirdim. Uzun bir Kurban Bayramı tatili de vardı tam o hafta. Şehrin boşaldığı o tarihlerde Mitat’ın yalnızlığını daha da vurgulayacağımı fark edince kesin kararımı verdim.

Bak sen bir ter damlasının düşüp geldiği yerlere! Romandaki temel ruh hallerinden biri paranoya. Bu eğilimi de memleketimize mi borçluyuz bu durumda?

Kesinlikle. Gerçi dünya da memleketimizden farklı bir noktada değil. En garibi de insanoğlunun zayıf hafızası. Daha bir sene öncesinde metroya bindiğimizde sırt çantalı insanlara şüpheli gözüyle bakıyorduk. Bir konsere gittiğimizde bir saldırı olursa o salondan en çabuk nasıl çıkacağımıza bakıyor, şehir içi ulaşımda bomba ihbarlarına göre güzergâh çiziyorduk. Son zamanlarda bu korku tünelinden çıktığımızı sanıyoruz ama aslında paranoyalarımız devam ediyor. Görüş açımızda olmayan bir havai fişek gösterisinin sesini duyduğumuzda hangimizin aklına kötü düşünceler gelmiyor? Bir yerlerde düğün kutlanıyor ama bizim aklımıza “Eyvah, yoksa?!” ünlemi geliyor. Romanların bir görevi de bence şahidi olduğumuz zamanı roman estetiği içinde anlatmaktır. Çünkü ileride yayımlanacak tarih kitapları da, televizyon belgeselleri de bu döneme dair çok önemli bir şeyi anlatamayacak: Tüm bu olayların birey ve toplum psikolojisinde bıraktığı tahribatı. Ha burada önemli bir nüans var. Böylesine sert ve gerçek olaylar suistimale de açık oluyor. O yüzden ben Kimdir Bu Mitat Karaman?’da bu olayların üzerinde çok durmadan sadece bu paranoya atmosferinin fotoğrafını çekmeye çalıştım.  

Romanın neredeyse tamamı Cennet Apartmanı’nda geçiyor. Birbirine hiç benzemeyen insanların yıllardır bir arada yaşadığı bir yer burası. Derken ortalık karışıyor ve bir anda kan gövdeyi götürüyor. Cennet Apartmanı, bir memleket metaforu diyeceğim ama o zaman da adı aklımı karıştırıyor.

Bence metaforlar ve alegoriler bir hikâyeye yeni bir boyut ekleyebildikleri gibi o hikâyenin tılsımını da olumsuz etkileyebilirler. O yüzden metafor ve alegorinin öncelikle bilinçdışından doğması gerektiğini düşünüyorum. Planlı ve bilinçli bir şekilde bir hikâyeyi dümdüz karşılıklarıyla bazı metaforların üzerine kurarsanız hikâyenin tadı kaçıyor. En başta ben bu apartmanın Türkiye’yi temsil edeceğini planlamamıştım. Her şey doğal ilerledi. Ondan sonra da apartmanın adını, atıyorum “Vatan” diye değiştirmeyi düşünmedim.

Peki yazarken genellikle sezgilerle hareket etmekten yana mısındır? Belli prensipler üzerinden önceden kararlaştırdığı sebeplerle ve önceden kararlaştırdığı gibi yazan biri misin, yoksa kervan genellikle yolda mı düzülüyor?

Bunu anlatmak zor. Deneyeyim. Bir kere hikâyenin fikri genelde çok sezgisel geliyor. Gözlerim hep açık, açık olmak zorunda, etrafta hikâye arıyorum, kulaklarım açık, bir gün bir öyküde kullanırım diye insanların diyaloglarına kulak kabartıyorum. Bence her yazar yapıyordur bunu ya da yapmalı. Fakat çoğu zaman hikâyeler sen hikâye avcılığı yapmadan seni buluyor. Bu yüzden Stephen King gibi, bir hikâyeler evreni olduğunu düşünüyorum, bu fikirler havada bir yerlerde dolaşıyorlar, seni buluyorlar, sen de onları okurla buluşturmak için aracı oluyorsun. Akılcı bir insan olsam da böyle bir işleyiş olduğunu düşünmek hoşuma gidiyor. Ha bundan sonrası, yani kurguyu inşa etmek çoğu zaman matematiğe dayanıyor. Fakat matematik de bir yerde tıkanıyor, orada sezgiler devreye giriyor. Ama en güzeli de şu: Bir noktadan sonra hikâye oturuyor, karakterler vücut buluyor ve senin müdahalene gerek bile duymadan kendi kendine hareket ediyor. İşte o zaman doğru yoldayım diye düşünüyorum. 

Gelelim Mitat’ın büyük yalnızlığına. Yalnızlıktan hep acıklı bir şey gibi bahsedilir. Mitat da zaman zaman öyle yapıyor. Ama onunki bir yanıyla seçilmiş bir yalnızlık sanki, öyle değil mi?

Mitat’ın yalnızlık durumu bi değişik! Seçilmiş bir yalnızlık gibi görünüyor ama sonra göründüğü gibi olmadığı anlaşılıyor. Etrafındaki tüm arkadaşları evlenip çoluk çocuğa karışınca yalnızlığına itildiğini anlatıyor romanın ilerleyen yerlerinde. “Tüm o çeyrek altınları boşuna mı aldım,” diye bir serzenişi var. Demek ki yaşadığı hayal kırıklıkları ile mecburen bir yalnızlığa itilme de söz konusu. Kitapta bir yalnızlık edebiyatı var ama yalnızlığı tartışarak ve en önemlisi de mizah bakışıyla ele almaya çalıştım. Bir yandan, evet, yalnızlığın acıklı bir şey olmadığını kanıtlamaya çalıştım. Çünkü bence yalnızlık insanın kendini geliştirebileceği bir alan aynı zamanda. Fakat diğer yandan salt yalnızlık da doğru bir seçim değil, çünkü insanoğlu sosyalleşerek, farklı insanlarla tanışarak kendini geliştirebilir. O yüzden bir denge şart. 

©Nazlı Erdemirel

Romanda en sevdiğim bölümlerin başında aile müessesiyle ilgili eleştiriler geliyor. Ailede kurumunun bir son durak gibi habire karşımıza dikilmesinde, herkesin herkesi çabucak evermeye çalışmasında bir tür şebeke işleyişi, neredeyse mafyatik bir yapılanma görüyorsun sanırım. 

Parçası olduğumuz realitenin içinde başka bir realite olabileceğini iddia etmek hoşuma gidiyor. Varolmayanlar romanımdaki komplo teorileri gibi teorilerle okuru şaşırtmayı seviyorum. Bu defaki teorinin çok uçuk olduğunu söyleyenler oldu ama onlara katılmıyorum. Teorinin detaylarına girmek istemiyorum çünkü sürprizleri ele verebilirim. Ama başka bir örnek üzerinden anlatayım: Darbe girişimiyle birlikte ülkenin son 40 yılına başka bir gözle bakmaya başladık. Bilgisayar terminolojisiyle söylememiz gerekirse 40 yıldır bir “bug” sistemin içinde dolaştı ve sistemin her yerine nüfuz ederek alternatif bir realite yarattılar. Mesela ben üniversite sınavında 9 Eylül Üniversitesi İktisat’ı kazandım ya, bu tam olarak doğru değil. Çünkü bu örgüt, bu tarikat, her ne haltsa o zamanlarda sınav sorularını çalmaya başlamıştı. Eğer bu örgütün yaptıkları olması gerektiği gibi engellenseydi ben o zaman daha çok istediğim ama bir puanla kaçırdığım Ege Üniversitesi Sosyoloji bölümünü kazanmıştım. Kısacası senin, benim, bu röportajı okuyan herkesin hayatı, realitesi daha 18 yaşımızda bambaşka bir şekilde gelişecekti. Peki bu örgüt nasıl yükseldi? Dini, gelenekleri ve insani ihtiyaçları sömürerek. Uzak memleketlerden büyük şehre eğitime gelen insanları ağlarına düşürdüler. Vaat ettikleri şeyler arasında izdivaç da vardı. Yalnızlık korkusundan yakaladılar insanları ve onların ruhlarını, paralarını sömürdüler. Evlilik dediğimiz birliktelik de aşırı ekonomik bir anlaşmaya dayanmıyor mu? Aşk gibi güzel duygularla başlıyor, yüzük seremonileri gibi masalsı sahnelerle devam ediyor ama sonunda altına imza attığın şey bir şirket sözleşmesinden farksız. İşte tam buradan yola çıkıp bir komplo teorisi üretebileceğimi düşündüm.  

Peki benzeşmeye bu kadar teşne, komplo teorilerine bu derece açık bir toplum, yalnızlığı tercih etmiş birinin bile, evlenmediği ya da çocuk sahibi olmadığı için kendisini başarısız hissetmesini sağlayabilir mi elbirliğiyle? Mitat’a olan bu mu?

Oh hem de nasıl! Toplumun birey üzerindeki talepleri hiç bitmiyor ki. Sanat üzerine okumak istersin, “onu hobi olarak yine yap, sen para getirecek bir kariyere odaklan” derler. Evlen derler, evlenirsin, onunla yetinmezler, çocuk yap derler, bir çocuk yetmez, çocuğun arkadaşı olsun derler, bir çocuk daha... “Sen o çocuklara güzel, mutlu bir hayat sağlayabilecek misin?” sorusu ise hiç önemli değil. Kadınlar üzerindeki baskı daha da büyük. Çünkü doğaları gereği çocuk sahibi olmak zorundalarmış gibi hissettiriliyorlar. Buna katılmıyorum. Tam tersi, belki de birçok kadın tam da doğaları gereği çocuk yapmayı istemiyor. Mitat’a dönecek olursak, evet, Mitat’ın kendini bir fanusa kapatmasının nedeni aslında toplum baskısından izole olmak. Ama tabii bu benim yorumum, bir başkası farklı şekilde yorumlayabilir.

Toplum kendine benzemeyeni, farklı olanı, kendi düzenine tehdit olarak görüyor. Son olarak şunu sorayım: Toplumun kalıplarına, değer yargılarına ve beklentilerine rağmen, kendimizi dilediğimiz şekilde gerçekleştirerek yaşayabilmek için ne tür bedeller ödemeyi göze almamız gerekiyor? 

Keşke düşüncelerimizden, tercihlerimizden dolayı hiçbir bedel ödemesek... Ama yaşadığımız ülke de dünya da öyle bir yer değil. Sanatçılar ve toplumsal normların zıddında yaşayan aykırı insanlar çeşitli bedeller ödeyip duruyorlar. Diğer yandan sanatçının toplumsal bir sorumluluğu olduğunu da düşünüyorum. Kadim Bey, Mitat’a soruyor ya, “bu hayatta vazifen ne?” diye. Bizim yazarlar olarak vazifemiz de tüm bedellerine karşın yazmaya devam etmek. Sadece yazıp sonra da kenara çekilmekle de olmaz tabii. Yaptıklarımız, söylediklerimiz ve duruşumuz da ortaya koyduğumuz hikâyelerin bir parçası. O yüzden ödeyeceğimiz bedelleri düşünmeden yazmak ve düşüncelerimizi paylaşmak yapabileceğimiz tek şey. 

0
6584
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle