30 MAYIS, PERŞEMBE, 2019

Gelenekten Günümüze Doğru Genişleyen Şiir Yelpazesi -2-

Günümüz şairleriyle gelenekten günümüze şiirin durumunu, şiir anlayışlarını, nasıl yazdıklarını, şiir ile şairin varlıklarını konuşacağımız söyleşi dizimize devam ediyoruz. Gelenekten Günümüze Doğru Genişleyen Şiir Yelpazesi adlı bu dizimizin ikinci bölümünün konukları Dolunay Aker, Enes Kurdaş, Merve Akbaydoğan, Örsan Gürkan ve Muhammed Abdullah Yanarateş oldu.

Gelenekten Günümüze Doğru Genişleyen Şiir Yelpazesi -2-

“Okulu olmayan tek uğraş, şiirdir. Okulu yoktur ama en çok öğretmeni ve öğrencisi olan da şiir okuludur.” (Şiirsaati Dergisi 13. Sayı) der Refik Durbaş. Gerçekten de şiirin herhangi bir okulu yoktur, şiir bizim en yüce yalnızlığımızdır. Şiir bizim hem bu dünyadan kaçışımız hem de bu dünyaya ayak uydurmamızdır. Şiir bizim annemizdir. Ana rahmimizdir. Şiir bizim hem baharımız hem de acı kışımızdır. Şiir hem öz kardeşimiz hem de üvey kardeşimizdir. Şiir bizim atsan atılmaz satsan satılmaz tek varlığımızdır. Homeros’tan bu yana tek bildiğimizdir. Şiir bizim Rimbaud’un 16 yaşıdır. Şiir bizim Rilke’nin Uzak Gece AğıtlarıGenç Şaire Mektupları’dır. Şiir bizim Sartre’ın dediği “bir acı çığlığı, kendisini doğuran acının belirtisidir. Ama acılı bir şarkı hem acının kendisi hem de acıdan başka bir şeydir” cümlesindeki farkındalıktır, görebilmektir. Şiir bizim Mecnun’a çölde inşa ettirdiğimiz o güzelim cennet bahçeleridir. Şiir bizim Mem ile Zin’in buluştuğu özgür aşkın temelleridir. Şiir bizim ağlamayan çocukların dünyasıdır. Şiir bizim savaşlardan arta kalan yıkıntılarımız, vazgeçişlerimizdir. Şiir bizim Seyrani’nin “ben bağrımı toprak sandım taş imiş/meğer taşa tohum ekilmez imiş” dediği yerde bağrımızı toprağa çevirdiğimiz tanrının elleridir. Şiir bizim Hasan Sabbah’ımız, şiir bizim Nizâmül Mülk’e saldıran orduların inancıdır. Şiir bizim Melih Cevdet Anday’ın “üşümek bir sözcüktür, üşümeye benzer” dediği yerde vücudumuzda hareketlenmeye başlayan inceliktir. Şiir bizim inceliğimizdir. Şiir bizim kirpiklerin kırılması, tanımadığımız insanların eşiklerine doğru hareket eden bir rüzgârın esintisidir. Şiir bizim Cemal Süreya’nın “gözleri göz değil gözistan” dizesinde sevdiğimizin gözüne bakarken kurduğumuz yeni yeni ülkelerdir.

Şiir bizim tek gerçeğimiz, tek evimizdir.

İlkini Nisan sonunda gerçekleştirdiğimiz soruşturmamızın ikinci kısmıyla karşınızdayız. İkincisinde de sorularıma cevap veren şairler yine çağdaş şiirimizin çalışkan isimlerinden oldu. Bu bölümde bizlere Dolunay Aker, Enes Kurdaş, Merve Akbaydoğan, Örsan Gürkan ve Muhammed Abdullah Yanarateş eşlik etti. Şimdiden iyi okumalar dilerim, üçüncü soruşturmada tekrar buluşmak ümidiyle.

Arkadaşım, bu coğrafya kendini şiirle ifade etmek isteyenlerin coğrafyası ama sen düzyazıyı bütünüyle bir kenara bırakma. Çünkü şiir geniştir ama her şeyi şiirle anlatamazsın. Düzyazıyla soluklan. Düzyazıyı başaramayan, şiir yazamaz.” (Şiirsaati dergisi-9. Sayı / Temmuz-Ağustos-Eylül 2010)  Diyor Sennur Sezer. Günümüzde şiir yazan, yayımlayan kişilere şöyle bir bakacak olursak, genel itibariyle sadece şiir yazıyorlar. Düzyazı onlar için korku trenini anımsatıyor ve binmek istemiyorlar. Oysa günümüz şairleri ve onların şiirleri için inceleme, eleştiri(tenkit) gibi türlere ihtiyaç var. (kitap tanıtım yazılarından bahsetmiyorum) Geleneğe bakacak olursak bunun birçok örneğiyle de karşı karşıyayız: Cemal Süreya, Turgut Uyar, Gülten Akın, Memet Fuat, Fethi Naci… Sizce günümüz şiirinin düzyazı eksikliğinin sebebi ya da sebepleri nedir/nelerdir? Ayrıca yazılan bir inceleme ya da eleştiri yazısı objektif olabilir mi? Neden?

Dolunay Aker:

Düzyazının şiirden daha çok katkı sağladığını düşünüyorum. Şiir gibi kendi kendisiyle konuşmuyor. Borges’in bir öyküsü sizi düşünsel bir yapıya zorlamak için daha fazla imkân tanır. Ayrıca bir meseleyi sorun edinmeyen şiir belli ki başka metinlerle konuşmamıştır. O düşünce pratiğiyle karşılaşmaktan korkan şairler düzyazıya el atmıyorlar. Şiir de en azından bir süre bilginiz olduğunuzu yutturabilirsiniz ama düzyazı da bunu yapmanız mümkün değil. Yazarken düşünceyle yoğrulmuş metnin kendisini kanıtlamak gibi bir derdi yoktur. Şöyle bir kuşbakışı baktığımızda ortalık kendisini kanıtlamak isteyen yazmanlarla dolu. Hâliyle bu durum bir çürümeye de yol açıyor. Şairler yüzleşmeden, yara almadan edebiyat armasını takmanın peşinde. Bu edebiyat tarihinin en illet, en gereksiz, en pespaye hastalığı. Eleştirinin hafifletici olmaması gerektiğine inanırım. Görev bilinciyle yazılan eleştiriler -tabii onlara eleştiri diyebilirsek- yapaylığını hemen gösterebiliyor. Roland Barthes’tan el alarak söylersek bir eleştiri imha etmeli. Edebiyat kişisel sevicilikle karıştırılmamalı. Bir de eğer güzel bir eliniz yoksa o da bir anlam ifade etmez. Türkiye’de eleştirel disiplin, eleştirmen, entelektüel bir inançla kendisini kotarmamıştır. Özgürlüğünü kaptıran edebiyatın eleştirisi de fazla öteye gidemez. Bedrettin Cömert’i düşünelim ya da Hüseyin Cöntürk’ü. Korkmadan, özgürce, eleştirinin hakkını vererek, en başta kendine dürüst olarak edebiyatı ilerleten kaç eleştirmen bulunmak da? Objektif, burada bir temenniyi ifade ediyor. Öncesinde körlükle karşı karşıya olduğumuzu kendimize açıklayalım.

Enes Kurdaş:

Günümüzde şiir yazanlara bakacak olursak ben bahsettiğimiz kişilerin şiir dışında da kalem oynattıklarını söyleyebilirim. Niteliği ise elbette okuyuculara kalmış. Herkes zaten düzyazının eksikliğinden bahsediyor bir de ben bahsetmeyeyim. Bu tarz bir soruya da daha önce cevap vermiştim birkaç şey ekleyerek yeniden cevap vereyim. Evet düzyazı önemlidir ama bir şair için iyi bir şiir yazmak daha önemlidir. Bunu söylemem elbette birini ötekinden daha önemsiz yapmıyor. Fakat şair dediğimizde bir şiir yazarından bahsediyoruz ve şiir yazan kişi tıpkı bir romancı gibi iyi roman, bir öykücü gibi iyi öykü yazmak zorundadır. Düzyazı benim için her zaman farklı bir bakışın öncelikli durağı oldu. Üslubu da geliştirip ileriye taşıma kudreti var diyebilirim benim için düzyazının. Bir düzyazı eksikliğinin olduğunu da kabul ediyorum ama bu eksikliği gidermek için sadece şiir değil diğer türleri de işin içine katmalıyız.

Elbette yazılan bir yazı objektif olabilir. Çünkü objektif olmak zorundadır. Bu söylediğimi yazılan metinde objektif olmayan yanları da işin içine katarak söylüyorum; çünkü birkaç sübjektif ifadeye objektif bir metinde rastlamak metne halel getirmez.

Merve Akbaydoğan:

Şairin kendini düzyazıda sınamasını önemli buluyorum, Sezer’e de katılarak. Fakat “Düzyazıyı başaramayan, şiir yazamaz”a da şerh koymak gereklidir. Keskin bir cümle. Belki tamamen vurgu içindir, bilemiyorum.

Eleştiri ne zaman ve hangi şekilde en az yöneldiği metin/eser kadar değerlidir? Bunu dürüstçe yanıtlayabilir olmamız lazım. Eagleton, öğrencilerinin eleştiri olduğunu varsaydıkları yazılarını “içerik analizi” olarak tarif ediyor. Kitap tanıtımı dışında kabul edilen bazı metinleri bu tarifin içinde görüyorum. Bize başkaca bakma imkânı sağlamayan metne eleştiri demeyelim. Övgüler, yergiler, polemikler eleştirinin başat unsuru gibi görülüyor. Oysa eleştiride başkaca bakma imkânları, olanaklarıdır başat olan, buradayım ben…

Şiir eleştirisinin diğer türler üzerine yazılanlardan az oluşunda bir vahamet de görmüyorum. Asıl vahamet, şiir söz konusuyken şairin ötelenecek bir varlık olduğunu henüz kavrayamamış olmamızdır. Oysa öykü ve romanda “ben buradan okuyorum” diyebilen pek çok eleştiri yazısı okuyoruz, yazarların kişisel hırslarının görünmez olduğu bir zemindeler, çok önemli bu… Hemen bir örnek: Monograf Journal.

Bir metni, üzerine yazılabilir ya da konuşulabilir bir metin olarak görmek, en baştan objektif olunamayacağını da bilmek demek. Hem objektif olmaya gerek de yoktur. Hakkaniyet sanırım daha doğru bir ölçüt olur. Sanatın her alanında bir görmezden gelinenler cemaati yarattık bu kavramı işler bir ölçüt haline getirememekten.

“Cemal Süreya’dan Fethi Naci’ye”… Fethi Naci’yi saydığın şairlere eklemlemek mümkün değil sanıyorum. Hem bizlere bir eleştiri geleneği aktarıldı mı, bunu da irdelemek lazım. Şiirin ne’liği, nasıl’lığı hakkındaki göreceli fikirler, öne çıkmış ya da çıkarılmış bazı isimler üzerine yazılanlar vs… Bize bir çerçeve aktarıldı, çerçeveyi kırmak değilse de silikleştirip genişletmesi bakımından eleştiri okumalarımızın yönü değişmeli diye düşünüyorum.

Örsan Gürkan:

Şairlere şiir yazma eylemini soracak olursak mutlaka şiir yazmanın zorluklarından bahsedeceklerdir. Doğru, şiire odaklanmak, şiir düşünmek, kurmak insanı yoruyor ve şiirin diğer yazın türlerine göre kıskanç olduğunu söyleyebilirim. Başka alanlara bulaşmaya görün hemen sizi terk eder şiir. Bu, şiirin yoğunlaşma istemesinden kaynaklanıyor. Şiir dilinden koptuktan sonra söz gelimi uzun bir süre bir düzyazıyla uğraştıktan sonra şiirin yapısını nasıl kuracağı, dilini nasıl ayarlayacağı konusunda insan biraz afallıyor. Ayrıca bu süreci şiir üzerine hem eski yazıları hem de güncel yazıları okumadan atlatmak mümkün değil. Bu bir savunma değil elbette. Bir bakış sadece. Yine de şairlerin en azından kendi şiirleri üzerine söz almaları gerektiğine inanıyorum. Bu şiirin açımlanması açısından gayet yararlı oluyor. Şairi sadece şiir diliyle, yapısıyla değil de duygu, düşünce ve insani yönü olarak bir bütün olarak algılıyoruz bu sayede. Şiirin zor bir uğraş olduğunu bildiğimiz halde günümüzde en kolay yazılabilen -yazıldığı sanılan- tür de şiir olarak görülüyor. Bu nedenle bir düzyazı bile yazamayanlar kalkmış şiirin peşine düşmüş. Şiirleri de ortada. Şiir en azından şiir bilgisi gerektirir diye düşünüyorum. Bu bilgiyi de düzyazıyla kazanır şiir yazmak isteyenler. Düzyazı yazmayanların şiir bilgisinden de şüphe ediyorum. İnceleme ve eleştiri yazılarına da şiir bilgisi penceresinden bakacak olursam temel noktalarda objektif olacağını söyleyebilirim. Her disiplin gibi şiirin de kendine has bir çerçevesi vardır. Bu çerçeve ne kadar esnek olursa olsun belli dayanak noktaları bulabilir. Yani şiir değerlendirilebilir.

Muhammed Abdullah Yanarateş:

Günümüz şairleri derken eğer ki yaş ayrımı gözetilmiyorsa şairlerin düzyazı eksiklikleri ifadesine katılmıyorum. Pek çok sebepten dolayı da şairlerin düzyazı enflasyonuna ciddi bir şekilde katkı sağladığını düşünüyorum. Kast edilen genç şairlerse Sennur Sezer’in önermesi bazı noktalarda eleştirilmesi kaydıyla bize cevap bulmakta yardımcı olabilir. Öncelikle, şiirin düzyazıyla aynı düzlemin iki farklı türü olduğunu düşünmüyorum. Sezer aksi şekilde düşünüyor olmalı ki şiir ile düzyazıyı “bir şeyler anlatmak” eyleminin farklı iki aracı olarak görüyor. Bu görüş ister istemez bizim şiir ile düzyazının ağırlıklı olarak formel farkına odaklanmamıza sebep oluyor. Bu da bizi bir formda ustalaşmak için diğer formlarda antrenman yapmak lazımdır klişesine düşürüyor. Oysa şiir ile düzyazı arasında olsa olsa bir tümleç üzerinden aşkınlık-içkinlik ilişkisi vardır. Böyle bir ilişki şiir ile düzyazıyı tabiatları gereği farklı iki düzleme yerleştirir. Mesela öykücüler çıkıp Netflix çağında artık öykü yazılamaz falan diyebilirler, bunu demek için toplanıp dağılabilirler de ama şiir için bir şeylerin anlatıldığı düzlem gayet banal bir düzlemdir, bu durum şiiri haliyle pek de enterese etmez. İşlevsel, formel ya da teknik meseleler ile düzyazı bir varlık problemiyle karşı karşıya kalırken şiirde işin böyle olmayışı şiirin hem düzyazıya hem de düzyazının varlığının belirlendiği sınırlara aşkın oluşuyla doğrudan alakalı. Bakın usta nesircilerden Cemil Meriç’in ya da Cemil Meriç’in anlattığı kadarıyla Ali Şeriati’nin şiiri terk edişleri şiirin kurulduğu düzlemde yeterli sayıda muhatap bulamadıklarından dolayıydı. Muhatap sayısının ya da şiir düzlemine çıkabilmiş kabiliyette muhatap/okur bulmanın zorluğu onlara göre şiir ve düzyazı düzleminin aşkınlık-içkinlik ilişkisi sebebiyle ayrıldığını da bildiriyordu. Genç şairler ise şiirin aşkın düzlemine tutunabilmek için harcadıkları mesaiden vakit bulamadıklarından ya da yeterince takatleri kalmadığı için düzyazıda eksik kalıyorlar bence. Ama bu eksikliği çok da önemsemediğimi söylemeliyim. Belki de şiirde soluğu kesilene kadar çabalamadıkça şiir kendini şaire vermiyordur, kim bilir. Şairin bir başkasının şiirini eleştirdiği yazılarda objektiflik durumu ise müsamere övgüleri ve ergence saldırılar dışında da objektif olabileceğini düşünmüyorum. Çünkü şair şiirini oluştururken aynı zamanda şiir boyunda bir hiyerarşi de inşa eder. Bu hiyerarşik inşa aynı zamanda şairin poetikası, şiirinin mesele edilecek bütün bileşenlerinin önem sırasına göre terkibidir. Dolayısıyla şair başka bir şiire dair konuşur, yazar, düşünürken o şiiri ister istemez kendi şiirinin de kurulduğu hiyerarşik inşaya taşıyacaktır. Yani eleştirdiği şiirde eleştiriye değer gördüğü ayrıntı bile objektiflik sınırını aşacaktır. Bu ise olumsuz bir durum değil, yine şiirin tabiatı gereğidir. Ve gayet de iyi verimler alınabilir.

“1970’lerde şiirimizde “ter, yara, hüzün, isyan, kan, acı” sözcüklerinin de aralarında olduğu pek çok kederli, yaslı ses yaygınlık kazanmıştı. 1940 toplumcularında da durum farklı değildir.” (Şeref Bilsel Yalnız Şiir, Ayrıntı Yayınları, sf. 70) Günümüz şiirinde de genellikle benim farkına vardığım sözcükler arasında “ben, varlık, varoluş, anne-baba, park, çağ, beden, yalnızlık” gibi sözcükler ve bu sözcükleri karşılayan imgeler yaygınlık gösteriyor. Bu sözcüklerin ve imgelerin yaygınlık göstermesi günümüz şiiri için neyi imliyor? Günümüz şiirinin yapıtaşı konumunda sizin bahsedebileceğiniz sözcükler ya da imgelerin kurulumunu da göz önüne alırsak izlekler nelerdir?

Dolunay Aker:

Benim için bir boşluğu ifade ediyor. Sözcüklerin aşırılaştırılması onları bir süre sonra yapaylaştırıyor. Tespitler doğru, “ben” demekten hoşlanıyoruz. İç görü önemli de bu kadar değil. “Ben” derken yerine ne koyuyoruz, binlerce persona mı? Şairin kendisine baktığı kadar dışarıya da bakması gerekli. Rimbaud, başka benlerin peşinde olduğu için “Ben bir başkasıdır.” diyordu. Walter Benjamin kendi kuşağından önce olmasını sadece mektuplar da “ben” dediğini ifade ederek açıklıyor. Bu imgenin de gidişatına kötü bir etken. Ben sıfatlar ve fiiller de ciddi bir sorun görüyorum. İmgeye uyguladığımız aynı sıkışmışlık şimdi sıfat, fiil ve bağlaçların da başına dert. Örneğin “çünkü” diye bir baş belası aldı başını gidiyor. Şairin sözcüklere sevdalı olmasını anlayabilirim. Yazar, temalarını genişleterek yıllarca yazabilir. Ancak bu bir kurtarıcı olarak orada duruyorsa öldürülmeli. İyi bir edebiyat metni yazarından bile bağımsız kendisini kurtarır. Ölmüş sözcükleri yeniden gündeme getirip onlara edebiyata yakışan bir yaşam vermek hepimizin yükümlülüğü. Böyle olmasaydı Babil binlerce kez yazılmazdı. Homeros’a asla dönmezdik. Bu anlamda günümüz şiirine bir yapıtaşı biçmek bana anlamsız görünüyor.

Enes Kurdaş:

Her dönem kendi dilini yaratıyor. O dönem sanatçıları da bu eksende eserlerini ortaya koyuyorlar. Biliyorsunuz içinde bulunduğumuz çağı hakikat sonrası çağ diye adlandırıyorlar. Bunlar da bu çağın enstrümanları. Bu sözcükler kullanılmasa daha garip olurdu herhalde. Tabii önemli olan kullanım şekli ile ilgili. Edebiyat tarihinde yazılmamış konu kalmadı. Bu herkesin bildiği bir şey. Ama biz hala yeni çıkan iyi eserler okuyabiliyoruz.

Tek bir itirazım var buraya, baba meselesi iyice garip bir hâl almaya başladı. Bu konuyu işlemekte ısrar eden yazar-şairlerimizden daha özenli olmalarını isteyebilirim. Konuyla ilgili olduğu için söylemekte yarar var. Ergun Tavlan’ın Varlık Dergisi, Nisan 2019 sayısında yayınlanan Baba Meselesi şiiri konuya güzel bir örnek.

Merve Akbaydoğan:

Kuşak şiirleri için böyle değerlendirmeler yapılabilir belki, fakat günümüz şiiri için bu pek mümkün görünmüyor. Elbette dilden sözcük seçimine belli hatları var ancak kıvrak hatlar. “Son bir ayda en sık gördüğüm kelimeler şunlardır” bile diyemem. Ayrıca bu sözcük seçimleri üzerinden klişelere davranmayı da pek doğru bulmuyorum. Necatigil’in “çok çiğ” dediği çağı da kapattık fakat pişen ne var?

Varlık-oluş, zaman’da belki zaman’la sıkışmış bireyler, “çaresiz” cinsellik, parçalanan aile kurumu vs… İnsanlık hâlleri kendini daima yineler. Yunus’ta hangisi yok(tu) ki bu duygu durumların?

Örsan Gürkan:

Şiirin yaşanılan çağa göre duygusal, düşünsel olarak beslendiği ve değiştiği konusunda hepimiz hem fikiriz. Bir devri simgeleyen duyguların ve yaşantıların karşılığıdır seçtiğiniz ve bulduğunuz sözcükler. Günümüz şiirindeki bu sözcüklerin yaygınlığı insanın gitgide “arzu makinesi” konumuna gelmesidir. Artık biz sadece arzulayan makineleriz. Eskisi gibi duygulanamıyor, eskisi gibi düşünemiyoruz. Birey olmayı yanlış anlayıp “tek kalmanın” kuyusuna düşmüş “organ hiyerarşisi” mağdurlarıyız. Seçtiğiniz sözcüklerin çağrışımlarına göre günümüz şiiri insandan umudunu kesmişe benziyor. Felsefi derinliğe vardığını düşünen ama asla duyarlılığı sezemeyen bir şiir. Ben de sanırım buna benzer sözcükler seçerdim günümüz şiiri için. Sezdirmek, duygulandırmak, düşündürmek için iki lafı bir araya getiremeyenlerin; kitaplarına, dergilerine karman çorman bağladıkları üzerine dize dize kat çıkılan şiirler. Çarpık şiirler. Çok genel konuştum ancak aynı sözcük ve imgelerle bu durumun dimdik karşısında duran şiirler de okudum. Demek iş sadece sözcük ve imge kurgusunda, izleklerde değil. Poetik başka değişkenler de var. Ölü şiirler yazan şairler olduğu gibi ete kemiğe bürünmüş birazdan sayfadan çıkıp bize dokunacak şiirler yazan şairlerimiz de var. Hem de aynı sözcüklerle!

Muhammed Abdullah Yanarateş:

Hem 70’ler şiirinin hem de 1940 toplumcularının sıkı sıkıya tutundukları belli başlı sözcükler var evet. Bu ortaklıklar en azından sözcük hesabına rahatlıkla çoğaltılabilir. İlk bakışta siyasal ya da benzer yapısal kaynakları işaret eden bu ortak dağarcık bence daha derinde bambaşka bir katmana temas ediyor. O katman ağırlıklı olarak öznenin ne’liği ve niteliği hatta el hesabıyla niceliğiyle doğrudan alakalı. Bu tarihsel coğrafyada ister Anadolu densin ister başka bir şey bahsettiğimiz dağarcık hiçbir zaman tekilin içinde sığıp kalamaz, çarpık ya da hastalıklı, yanlış bilinçten ya da bilimsizlikten de olsa muhakkak çoğullaşır. İkinci Yeni’nin döne dolaşa, 40’lı ve 70’li toplumcuların doğrudan ünsiyet bağı kurduğu halk şiirlerinde (ya da adacıklar olarak bazı şairlerinde) “ben”li kısımlar koroyla okunur. Mesela Pir Sultan başlar şiire tek başına sonra “kalsın benim davam divana kalsın” derken bir ton adam şiire karışır, tuhaf da gelse bir koro oluşur. Bu koro gayet de öznenin durduğu menzille ilişkili. Kamu fikri, halk, toplumsal sınıf ne ile tarif edilirse artık. Günümüz şiirinin ortak dağarcığındaki sözcükler de bu özne gerilimiyle üç aşağı beş yukarı alakalı. Modernin yıkılması demeyeyim ama aşınması ya da dönüşmesiyle, kalabalık özneyi kurmaya yarayan büyük anlatıların da kurulduğu zemin büyük ölçüde aşındı. Öznenin durduğu menzil bireye kadar çekildi. Ama şunu eklemem lazım elbette, modern ile ben tasavvuru arasındaki hayati alakayı yalnızca öznenin kurulduğu alan olarak görüyorum, öznenin nesneyle irtibat kurduğu andaki sayısal çokluğuyla değil. Şiir nihayetinde bir irtibat alanı ve karşıtların birbirini dönüştürücü etkisinin çok da zinde olduğu bir alan. Günümüz şiirinde verdiğin örnekleri yaratan bireysel hafıza ve şahitliklerin bu denli etkin oluşu bahsettiğim özne meselesi ile alakalıdır diye düşünüyorum. Pekâlâ başka başka sebepleri de var, olabilir, ama yine de döner dolaşır bence özne meselesine geliriz. Foucault’cuların hâlâ güncel tutmaya çalıştığı özneye yönelmiş iktidar gücündeki değişim başka bir ipucu olabilir. Özneye yöneltilmiş iktidar gücü artık ne yalnızca mutlak ne de yalnızca disipline edici, artık doğrudan bedene odaklanmış bir biyo-iktidardan bahsediyoruz. Kılcal damar benzeri yapıya sahip bu yeni güç zorunlu olarak bireye sıkıştırılmış ve birey ötesini düşünmeye dahi yüksünen bir özne yaratıyor. Canım annem, tuhaf babam, iğrenç ruhum, kirli bedenim ya da neye denk geldiği dahi belli olmayan farazi çağ tanımları gibi bir sürü tekrar bir bakıma bundan sebep ve mecburen günümüz şiirinde hâkim olan izlekler de. Ama yine de bu kadar sert konuşmamak lazımdır belki, nihayetinde söz, özne artığı olarak bir yurtlanma biçimi. Söz ile yurtlanabilmek de her ne kadar sıkışık olsa da Kemal Tahir’den beri hâlâ önemli.

Enes Kurdaş

İlhan Berk, Şairin Toprağı kitabında “Ölü Bir Ozanın Sevgili Karısını Görmeye Gitmek” şiirinin oluşumunu ayrıntılı bir şekilde okura sunuyor. Bu soruşturmayı okuyanlar için siz de bir şiirinizin oluşumunu ayrıntılı bir şekilde anlatır mısınız? Yazdığınız bu şiirin yazılışı esnasında (eğer varsa) ne gibi ritüelleriniz vardır? Olmazsa olmazlarınız var mıdır? Varsa bunlar nelerdir? Bu soru sizlerin şiirlerinizi yazarken ne hissettiğinizi ve neler yaptığınızı göstermesi açısından önemli bir soruydu, bu soruyu bir de geleneğe bağlamak istiyorum: Günümüz şairi geldiği geleneği aşmak zorunda mıdır? Yoksa bu gelenekten de yararlanıp kendi dilini mi oluşturmalıdır?

Dolunay Aker:

Tek gerçek ritüelim doymak bilmez bir şekilde okumak. Yazmak da bununla bağlantılı. Şiirlerimin hikâyelerinden ziyade düşünceleri var. Yazılma ritüelinden çok yazılmış hâli beni ilgilendiriyor ya da “anlatmak istediğim düşünceyi yeteri kadar başarabiliyor muyum?” sorusu. Bunlara mekânları ekleyebiliriz. Sesin uzak olduğu bir yerden başka bir atmosfere ihtiyacım olmuyor.

Gelenek artık garip bir meseleye dönüştü. Çok fazla cümle kuruluyor bu konuda. Çoğunun gerçekten bu kadar dert edindiğini de düşünmüyorum. Sizi rahatsız eden bir konuda kafa yormak bence yaratıcı olmanızı daha da tetikler.

Yaşadığınız evi öyle bir anda yok edemezsiniz. Çok ucuz bir görüntü olur bu. “Bildiğimiz evin duvarlarına boya fırlatmak” işte bu geçerli bir itirazdır. Okumanın okuması da diyebiliriz bu gelenek anlayışına. “Okumak, yeniden okumak” (Nabokov) vardır.

Enes Kurdaş:

Bir ritüelim var dersem yalan söylemiş olurum. Kâğıt kalemle ya da bilgisayarla çalışmak da pek fark etmiyor benim için. Ama yalnızken, sessiz bir ortamda çalışmayı tercih ediyorum. Olmazsa olmazlarım da yoktur. Bir şiirimin oluşumunu uzun uzun anlatıp burayı doldurmayayım. Açıkçası anlatmamayı tercih ederim.

Günümüz şairi mevcut zeminini gelenekle sağlamlaştırabilir. Geleneğin önemini zaten söylemeye gerek yok. Benim fikrim her şairin kendi sesini bulması yönünde. Herhalde çoğu şair için de bu böyledir. Geleneği aşmaktan kastınız onu yıkmaya çalışmaksa bu meziyet ister. Kasteden de yok zaten. Kastınız kendi sesini bulabilmek ise bu zaten bir mecburiyet.

Merve Akbaydoğan:

Eserlerin hikâyeleri her okurun dikkatini çeker, benim de öyle. Fakat bir anıyı yeniden canlandırmaktaki gerçekdışılık bu hikâyeler için de geçerli sanıyorum. Bu yüzden bana şu an en yalın haliyle oluşumunu hatırlatan “dairevi” adlı bir şiir(im)den bahsedebilirim. Yoğun okumalarımın olduğu bir dönemdi. Dil üzerine. Odadan odaya yürümelerimi hatırlıyorum. Zihnim şiir için genellikle yürürken berraklaşıyor. Sonra: “kederlerin ta içinde/ şeyler cümbüşü/ bir dil yetimisin bu yolda…”

Okumak ve yazmak için sessiz ortamları beklemek, seçmek dışında olmazsa olmazlarım ya da senin deyiminle “ritüel”im yok diyebilirim.

Geleneği aşmakla kast edileni açıkçası pek anlamıyorum. Birikimin bize vereceği şeyler var. Şiirin gelişimi ve değişimi bir şeyleri aşma, altında kalmakla değil dili denemek, sınamakla işler.

Örsan Gürkan:

Genellikle yaşantılarımdan kaynaklı bir duygunun, düşüncenin gelip beni bulmasını ve bir konu içinde çıkış yolu aramasını beklerim. Oturup da şiir yazayım diye düşündüğümü hatırlamam. Örneğin, yaşadığım şehirde üç gün su kesintisi yaşanmıştı. Çıldırmış gibiydim. Kendimi ve insanları, su kesintisinin getirilerini gözlüyordum. Şiir apaçık kendini bana getirdi. Basitti, üç günlük su kesintisiydi yazın ortasında. İsyan etmek üzereydim, yıkanamıyor, doğru düzgün yemek yiyemiyor, bırakın keyfimce yaşamayı temel ihtiyaçlarımı taşıma su ile gidermeye çalışıyordum. Ve insanların bu su kesintisine uyum sağladıklarını gördüm, normal karşılıyorlardı, benim gibi dişlerini sıkarak belediyeye küfür eden duymadım. “basit devinimler hakkında” dedim şiirin ismine. Basitti. Ancak bu kesinti kadar bana suyun önemini, sömürü düzenini, insanların önemsenmemesini anlatacak bir başka şey daha yoktu. Devrim yapmalıydım, basit bir konudan yola çıkıp en temel ihtiyacımdan her şeyi devirmeliydim. O yüzden “basit devinimler hakkında” oldu şiirin ismi. Tabii kaçınılmaz olarak müthiş bir ironiye doğru gitti şiir dili:

“…
ne makarna yapabiliyorum
ne patates ne yumurta
yaşama karşı öğrenci kalıyorum
buna basit devrimler hakkında da diyebilirsin
ihtiyaçtan başlar insan aydınlanması

sular hiç gelmemiş gibi kesilmiş
biz hiç sövmemiş gibi yeniyiz
milyon tonluk ceplerle sandıklarla kaçırılmış

ellerimiz keskin değildir
ama nasıl kesebilir
vururken tehdit ederken bir vanayı çevirirken
…”

Dediğim gibi şiirlerimi masada başlatamadım bugüne kadar. Gerekli de görmem bunu. Cümleleri, imgeleri biriktiririm -genel olarak adlandıracak olursam- bir buluştan yola çıkarak. Bu biriktirdiklerimi toplarım, masa başı çalışmalarım esnasında tonca sözcük değişir. Şiirin dilinden, anlattıklarından yola çıkarak bir üslup oluştururum, bu benim şiirlerime özgünlüğünü veren durumdur bana kalırsa. Çoğu şiirde farklı bir algı oluşur. Hoşuma gider özgünlük. Sonrasında ritmini ayarlarım. Sesli olarak defalarca okurum tırmalayan yer varsa, şiirin amacına uygun olmayan her ne varsa şiirde o kısımlara yoğunlaşırım. Gerekirse uzun süre bekletirim, şiirden uzak kaldıktan sonra tekrar masa başında çalışırım. Yapının sağlamlığını kontrol ederim. Sonra onu özgür bırakırım, yeni okumalarıma gebe şekilde. Geleneği aşmak için geleneği kullanmalıyız. Avludan atlamak yeni dünyalarla tanışmak için önce taşlara basarız sonra sıçrarız. Geleneğin devamı olmak da bir seçimdir ancak yeni içerikleri eski biçemlerle ifade etmek bize ne kazandırır? Ayrıca bu ne kadar mümkündür? Değişen izleklerle ve çağa uygun olarak atanan şiir yapısıyla birlikte şiir biçemi de değişmek zorunda kalır. Biçim ve içerik koşuttur. Çağın insanına hitap etmek istiyorsanız, onun dilinden de anlamalısınız.

Muhammed Abdullah Yanarateş:

Bütün bir şiirimin oluşum aşaması çok benzer bir süreçten geçer aslında. Şiir bende ağırlıklı olarak uzun bir konuşmadan arta kalan yüksek bir his ya da artık parçalanamaz bir ruh hâliyle başlar. Konuşma diyorum ama bunun yerine rahatlıkla bir tartışma, bir hırlaşma da konabilir tek başıma ya da birileriyle fark etmez. Bu benim sürecimde oldukça önemli. Şiir, konuşarak bütün makullerin sırayla tüketildiği geriye yalnızca üzerine söz söylemenin kıymetsiz olduğu her yanı gevilmiş çirkin ve popüler bir posanın bir de söz söylemenin çok da mümkün olmadığı billurlaşmış bir his, bir ruh hâlinin kaldığı aşamada başlıyor. Valery “iş ilk dizeyi bulmakta” derken de aslında bu aşamadan şiire doğru çıkışı kastediyor. “Çıplak. Karanlıkta. Karşılaştık Biz Goya” şiirine de böyle bir yerden başlamış oldum. Elimde kalan billur olarak “Ölüm” rahatça izleği ele geçirebilirdi şiirde ama genelde bir sonu çağrıştıran “ölüm” hem şiirin tepesinde hem de başında olmalıydı. Şiirin ilk işi, ilk dizesi böyle oluşmaya başladı. Bu tabii ki tercihti ama olması gereken de zaten buydu:

“Ölümdür.
soyunur, bize bırakır kendini”


İlk dizenin önceden sebep bildirmeden yargı ile başlaması gerekiyordu. Bu hem şiirin ölümle kurduğu artistik ilişkiyi hem de ölümün aslında  kesin bir yargıdan başkaca bir şey olmayışını gösterecekti. Böylece bu şiirle ölümün kesin bir yargı ve ancak sonradan tarif edilebilen bir şey olduğunu kavrayabilecektim. Ölümdür yerine “ölüm” ile başlasaydım eğer bu pek de mümkün olmayacaktı. İlhan Berk’in de ikna olduğu Valery’nin deyişiyle ilk dizeden sonrası gelecekti, geldi. İlk dizeden yedi dize aşağıda şu dizelerle şiirin ilk kısmını kapatacak, söyleyişe ve izleğe zemin bulacak bir aralık sağladım:

“Kaçarken kurulur garnizon tutulur koridorları
bir ses gelir ama kostik kokusu yayılarak
trompetlerle gelir koşturur yayılır birden 
l’ami du peuple değil. değil günübirlikler
tırmanan bir aşk gibi gelir hızla gelir doğaya 
ordan dönenir yine gelir yayılır koridorlara.” 


Ses ile kostik kokusu, doğa ile koridor, asıl yaratan gerçekten bir haber ruznameleri andıran günübirlikler ile l’ami du peuple karşıtlıkları bana söyleyişte hem geniş bir alan açtı hem de ölüm izleğini tarihsel ve gündelik bir tarafa çekebilmeyi kolaylaştırdı. Bir de ilk dizeyi tek kelimelik yargıyla kurmam ve noktayla kapatmam şiirin söyleyişte hızına baştan bir engel olarak görülüyordu ama bu dizeler aradığım hızı sağladı diyebilirim. Hız diyorum çünkü ölümü çok da dolaşan her yere girebilen hız sahibi bir şekilde anlıyorum ve şiiri de böylece kurmaya çalıştığım anlaşılacaktır. Ama ölümün başlı başına faili olduğu bir dolaşmada hem ölüme bir benzetme hem de maktulüne bir gönderme lazımdı ve bununla birlikte hızı artarak devam ettirmeye:

“Islık gibi bir şeydir. ölümdür yani
geçer boğazından dupduru bir serinlik verir
sıyrılamaz insan da. bütün cinslerini kurutur
güldürür korkutur ağlatır birden hıçkırarak
aniden yıkarak yere, dizlerinin bağını kopartarak
işleyerek yüzüne belki de korkuyu
alır avuç içini tükrükleyerek. çıkartır koyar masaya
işte bir utanç başlatır odadaki herkeste
cam kırılır ki duvar da eğilmiştir zaten
bükülür eşya, kokuşur ve düşüverir etleri
melaminden, sert plastikten.
güneşte dişleri beyazlar.”


Göndermeleri konuşmayayım ama hız için ihtiyacım olanı bu kısımda kırık rediflerle sağladım zannediyorum. Art arda oluşları eğip bükmeden yazmak da benzer bir katkı sağladı. Arada dizeler var ama dikkat kesildiğim problemleri benzer şekilde çözüyorum. Şiirin sonu yine ölümle başlıyor ama ölümle değil bir karşılaşmayla bitiyor. Fransız devrimci Marat’nın l’ami du peuple’si daha doğrusu onun küvette çalışırken mütebessim ölümü, dönüp dolaşıp Goya’yı daha doğrusu onun bahtı kara ve ölüme itiraz ederken vurulan ölülerini buluyor:

“İşte bu ölümdür
gazeller gibi gezinir dağlarda
odalarda bile gezinir. durulmaz kalmakla utançlarla
işte ölümdür o, al bir ata binmiş geliyor
sıçrıyor bütün bir eczanın üstünden
yıkıyor siperleri oğlanların içlerine kadar dalıyor
yüzerse bir suyun yüzünü yaratıyor hatta
çıplak. karanlıkta. karşılaştık biz
Goya.”


Goya ile Marat’nın Öldürülmesi tablosuyla bildiğimiz J.L.David aynı kuşak ressamlar. Şiiri tamam eden bunların zihnimde karşılaşmaları aslında, David ya da ben fark etmez Goya ile bir karşılaşma tertiplenmeden şiirin hitama ermesi çok da mümkün değildi. Yani Goya, soytarıca olmasa da nihayetinde kraliyetin koca ve aptal suratlı mensuplarını çiziyordu. J.L.David ise halkın dostlarını daha doğrusu benim şiirim özelinde Marat’ın halk tarafından nasıl öldürüldüğünü. Bu ölümün memnun ve mütebessim olduğunu yine son kısımda aksamadığını düşündüğüm bir ritim ile sağlamaya çalıştım. Tebessüm bence hayattaki en ritmik en dansa davet edici şey. Ki nihayetinde karşılaşma ölüm gibi çıplak, halkla kurulacak ilişki kadar karanlık olması gerekiyordu, zannediyorum ki oldu.

​Yazarken ritüeller mevzusu bana biraz sıkıcı geliyor. Önceden yazmaya oturmadan evvel evi baştan aşağı temizlerdim, bu toparlanmak gibi gelirdi bana yani tamamen ihtiyaçla alakalı. Bir de şiir yazarken epeyce heyecanlanıyorum, ağzım çok sık kuruyor, hani meşhur heyecansız bir kahveye bile giremeyen Rousseau’nun hâli gibi belki, bunun için sürekli taze çay oluyor ocakta, bunlar da ritüelden sayılmasın ihtiyaçtan yine. Aslında girişte bahsettiğim bu şiire başlarken ki süreç bütün bir şiirim için geçerli. Gelenek konusundaysa, uzatmadan söyleyeyim geleneğin fazlaca fetiş haline getirildiğini düşünüyorum. Yalnızca kutsama anlamında değil zamansal olarak da epeyce sert ayrımlara takılıp kalınıyor bence. Yani gelenek haydi aşıyoruz denilip aşılacak bir şey değil ya da geleneğin akağından gürül gürül geliyorum denilecek kadar derli toplu bir şey değil. Le Goff  “Tarihi dönemlere ayırabilir miyiz?” diye sorarken tam da buraya yakın şeyler söylemişti. Ayrım mümkün hatta bazen gerekli ama şiir için bu birazcık problemli. Çünkü gelenek gündelik hayatın içerisinde sınırı çok da muallakta kalmış bir şey. Şiiri böyle bariz ayrımlara kurban etmemek gerekli. İlhan Berk’le Valery kimin çağdaşı yoksa?


"Benim için eşyada duygu aramak, önüne geçilmez bir alışkanlıktı bir zaman. Kullandığım zaman eşyanın duygularının farkında olmazdım. Pencereyi açtığım zaman pencerenin, gemiye bindiğim zaman geminin konuşan bir hali yoktur da asıl açmadığım pencere, binmediğim gemi dile gelir" diyor Sabahattin Kudret Aksal. Bu alıntıdan yola çıkarak şiirde nesne veya eşya kullanımına dikkat çekmek istiyorum. Kimi zaman şiirde kullanılan nesneler özne durumuna geçer. Özelde sizin şiirinizde, genelde ise günümüz şiirinde nesne kullanımı için düşünceleriniz nelerdir? Günümüz şairleri Garip’ten devraldıkları şiirde nesne ve eşya kullanmayı, nesne ve eşyayı şiire katmayı başarabilmişler midir? Günümüz şiirinde kullanılan nesne ve eşyanın şiirdeki yeri nedir?

Dolunay Aker:

Önceleri düşünceyi bir nesne üzerinden konuşturma fikri cazip geliyordu. Zamanla bu fikrin yanlış olduğunu düşünmeye başladım. Nesneler özgür bırakılmak zorundadır. Zihnimizde nesneleri anlamlandırmaya çalışırız. Evet, bu anlamın yarattığı gerilim bir temsil duygusu yaratıyor. Yine de temsille örtülen nesne özgürlüğünü kaybetmiştir bir bakıma. Öznenin nesneyi imgeleştirip asıl aramak istediği anlamı ötelemesi bana yakın gelmiyor artık. Yazarken bu temsil olayının farkında olmayabiliriz. Genellikle de öyle oluyor. Günümüzde nesneler bir çıkış noktası olarak algılanıyor. Dil de bu temsiller arasında. Ne var ki edebiyatın anlamı dil kıskacını aştığı kertede değerli. Nesneleri (ya da onun yerine neyi koyuyorsak) köleleştirerek başarılı olamayız.

Enes Kurdaş:

Şiirde nesne kullanımı biz okurlar için özne yerine geçiyor gibi görünse de şiirin yazarı için ben bunun pek mümkün olmadığı kanaatindeyim. Malumunuz bilim de bu şekilde işliyor. Nesneyi özneleştirip, onunla bu anlamda bir bağ kurmak mümkün değil. Bu yine de nesneye, eşyaya bir anlam yükleyemeyeceğiz anlamına gelmiyor elbette. Ama yazdıklarınızın karşısında özne olmak durumundasınız. Onu özneleştirmeye çalışıyor olsanız bile. Aksi hâlde kendi varoluşunuz tehlikeye giriyor.

Kullanıma gelince de örneğin bu kullanımlardan biri olan somut ögelerden bahsediyorsak bunun yükselişi 2000 kuşağının etkisiyle olmuştur. Onların da izlediği, kendilerinden önceki kuşakta da yazanlar var elbette ama yükselişi 2000 kuşağının verimleriyle oldu. Farklı bir şiirle okurun karşısına çıktılar. Başarılı da oldular. Bu atılımların da etkisiyle şiirde nesne kullanımı oldukça yaygın şimdilerde. Yeri nedir? meselesine gelince de şunu söyleyebilirim: Nesne hayatımızın bir parçası ve hayatımızın bir parçası olmaya devam ettiği müddetçe şiirin de bir parçası olacak.

Merve Akbaydoğan:

Her şey şiirin nesnesi olabilir. Ben daha çok metaforik kullanımı yeğliyorum. En azından şu ana kadar yazdıklarımda. Fakat günümüz şiirinde ilk ve gerçek anlamıyla yaygın bir nesne kullanımı var. Ritmik şiirlerde çok kez başarılı bir “dur” olarak algılıyorum bunu.

Örsan Gürkan:

Eşya ya da nesne bir kasıt için kullanılıyorsa hem sözcüksel olarak hem de onların görüntüleri olarak çağrışımları ile şiir kurulabilir. Şair istediği nesne ya da eşyaya kendi anlamını yükleyebilir onlarla bir yolculuğa çıkabilir. Ancak nesnenin içeriğini kendisi boşluk bırakmayacak bir biçimde doldurduğu zaman biz onun kastettiği anlama yol alabiliriz. Aksi hâlde şiir içinde nesne ve eşya sadece kendi anlamları içerisinde boğulur. “Elma”yı Cemal Süreya’nın nasıl doldurduğuna bakın. Attila İlhan’ın “duvar”ı nasıl açıkladığına bakın. Edip Cansever’in “masa”sı… Garip şiirinde görüldüğü gibi nesne veya eşyaları özne konumuna getirmek için daha çok canlandırma kullanılır. Anlatım güçlendirilir. Orhan Veli’nin “gaz maskeleri” gibi ya da yine Orhan Veli’nin “cımbız”ı gibi absürt ama durumu imleyen güçlü eşyalarla bu başarılabilir. Günümüz şiirinde daha somut, olayı aydınlatan, günlük yaşamdaki anlamlarıyla eşyalara ve nesnelere daha çok rastlamaktayız. Ben de buna benzer günlük yaşam kullanımları etrafındaki çağrışımlarla nesne ve eşya kullandığımı gözledim sizin sorunuz sonrasında. Ancak eşyanın veya nesnenin doğru yerde, doğru aktarımla ve doğru eşya-nesne seçimiyle yaparım bunu. “cımbız” örneği gibi. Gelgelelim bir eşya ve nesneye bağlılığımı göremedim. Eşya, nesne sadece eşya ve nesne değildir. İnsanların yaşamındaki anlamı da önemlidir. Biraz da şiir okuyanı yorumlar bunu. Biz hangi eşya ve nesneden bahsedersek edelim. Eşya ve nesne sahip çıkanındır, anlamlandıranındır.

Muhammed Abdullah Yanarateş:

Nesnenin özne durumuna geçmesi çoğu zaman kaçınılmaz bir sonuç. Nesne ile özne arasındaki diyalektik ilişki hem nesnenin öznece tanımlandığı alan olarak hem de öznenin nesne tarafından yeniden kimliklendirildiği süreç olarak görülebilir. Artık yalnızca bir grup dilbilimciye göre değil genel kabulde özne ve nesne arasındaki tanım aralıklarında daralma söz konusu. Nesne değil şiire girerken, henüz dil tarafından dikkate alındığı süreçten itibaren öznenin kontrolünde dönüşüme uğrar. Yani nesnenin sözel ifadesi olarak sözcük aslında nesneye değil, nesneyi zihnimizde tanımladığımız kavramın ifadesi olur. Bu aşamada nesne kendi hacminden çıkıp öznenin kendisi olmaz ama özneye dair ya da özneye göre bir kalıba bürünür. Fakat Melih Cevdet nesnenin özneye doğru ilerleyişi gerçeğini kabul ederek bir itiraz gerçekleştirir. Magritte vari bir yerden “Ama ağacın kendisiydi / Kavramı değildi artık” derken bir bakıma nesneyi özneden ayrı olarak düşünmeye çalışmış ama bu çaba Melih Cevdet’in şiirinde yalnızca nesneyi özneden ayırmamış aynı zamanda nesneyi şiirden de dışlamıştı. Günümüz şiirine kadar belli uğraklarda bu mesele çözülmüş, genişlemiş bazen de karmaşıklaşmış. Ama şu an için şiirde ikili egemen bir anlayışın yaygın olduğunu söyleyebilirim. Haydar Ergülen’in “sözlerin önceydi senden” deyişi, Didem Gülçin’in “bir dağa bakarsanız içinizden dolanırım” dizesi ya da Metin Kaygalak’ın Ortodoks Oğlanlar İçin Fücur’unun pek çok yerinde tespitime dayanak bulunabilir. Özne ve nesne ayrımının dışında şiirdeki nesne kullanımını düşünürsek eğer, bu sefer nesneye yüklenen iki farklı vasfı düşünmemiz gerekir. Yani nesne, şiire işlevi için mi kullanım değeri için mi dâhil edilir, edilmelidir? Cevabını vermek meşakkatli olacak fakat şu kadarıyla yetinilsin: Nesne hangi sebepten dolayı olursa olsun öznenin varlık alanına yaklaşıyorsa eş zamanlı olarak işlevsel hâle de geliyor demektir, mesele nesnenin şiirdeki değişim değerini düşürmektir. Benim şiirimde nesnenin hikâyesi aşağı yukarı böyledir. 


“Güzellik anlayışı, kâinat anlayışımızın, dünya görüşümüzün, o anlayış ve görüşe aykırı düşmeyen bir bölümü olduğuna göre, belirli bir dünya görüşü olmayan şairin güzellik anlayışından bahsedilebilir mi? Böyle bir şair, şiirde bilerek bir güzelliğe varabilir mi? Şair ister istemez bir düşünür olmak zorundadır, hem de ileriyi gören bir düşünür. Yoksa geri düşüncelerle yoğrulmuş kafa şiire fayda yerine zarar verir” diyor Oktay Rifat Şiir Konuşması kitabında. Soruyu fazla uzatmadan, Rifat’ın bu düşünceleri hakkında ne düşünüyorsunuz? Şiir ve şair ayrı iki varlık mıdır? Yoksa ikisini birbirinden ayıramaz mıyız?

Dolunay Aker:

Metnin nesnelliğini göz ardı etmeden şairin düşünceyi yoğuran bir tetikleyici olduğunu, bununla da kalmayıp kendi yarattığı eserin antitezini yaratabileceğini söyleyebilirim. Tüm bu düşünce pratiği şairi düşündüklerinden ayıramayacağımızı gösteriyor. Düşüncesinin kıvrımlarında gezinerek varlığına da yaklaşırız.

Enes Kurdaş:

Şairin bir düşünür olması gerektiği fikrine katılıyorum. Şiir ve şair ayrı iki varlık mıdır? Bu, soruyu neden sorduğunuza göre değişir. Ayrıdır evet çünkü ben metni elime aldığımda sadece metinle ilişkiye girmem gerektiğini düşünüyorum. Yani bir roman okuyorsunuz bittiğinde iyi olduğunu düşündüyseniz iyidir. Sonradan yazarın hayatına, görüşlerine göre tekrar fikrinizi gözden geçirmek pek doğru olmaz. Ama bir de tüm bunların iç içe geçtiği durumlar var ki o zaman edebiyat hayata karşı bazen mağlup olabiliyor. Her halükârda yazılan metin yazarından bağımsız değildir. Bu bağlantı ise bizi rahatsız ettiği ölçüde değişkenlik gösterir ve ona göre tercihimizi yaparız diye düşünüyorum. Hayatın gereklilikleri bazen edebiyatın önüne geçebiliyor. Geçsin de. Onun alanına kutsiyet atfedip, dokunulmaz kılarsak kalemimizi de yontmamız gerekir.

Merve Akbaydoğan:

Rifat’ın düşüncelerine elbette katılıyorum. Özellikle şu kısmı önemli: “geri düşüncelerle yoğrulmuş kafa şiire fayda yerine zarar verir.” Düşüncesinde radikalleşmiş pek çok kişinin bugün ya şiiri bıraktığını ya da gerçekten şiir(lerin)e zarar verdiğini görüyoruz.

Şairi şiirinden ayıramayız, onlar kendi parçalı-bütünlükleriyle varlar. Fakat şair hakkındaki kanaatimizi, şiir hakkındaki kanaatimizden ayırmamız gerek. Bu çok zaman kolay değil. Eleştiri konusunda bahsettiğim “hakkaniyet” devreye giriyor bu durumda…

Bir okur olarak şunun çabasındayım her zaman: Oku, hakkını ver, eleştir. Bir avuntu: Ben bir faşiste hakkını verdim değil, bir metnin hakkını verdim.

Örsan Gürkan:

Şiir bir zanaat ya da seri üretim olmadığından özgün bir konumdadır. Bir sanat eseri bu özelliğini kaybetmediği sürece tektir, tek olan biri tarafından üretilmiştir ve kaçınılmaz olarak üreticisinden izler taşır. Bizi de etkileyen budur. Biz özgün işlerden daha çok haz alırız. Ancak seri üretim haline getirilen şiirler yok mu, var. Onları tespit eder etmez bir derinlikleri olmadığını sezeriz ya da şairin hep aynı biçem, izlek ve dil algısı da bizi şiirinden uzaklaştırır. Kendisi artık şiirde yer almaz böyle olursa. Onun kalıbı var, seri üretimdir o şiir. Diğer şairlerin şiirinden kopya olarak çıkanlar ise zanaat bile değildir. Bir “çakma” üründür. Şiir gerçek olursa şairinden izler taşır. Bu yüzden profesyonelleşemez, seri üretilemez, kopyalanamaz. Yapılırsa şiirliğinden taviz verir. Bir meta olur. Özgünlük değeri ile değil ticari değeri ile kendine pay biçer. Şairsiz şiir düşünülemez. Bu da doğru, şiir şairsiz düşünülemez.

Muhammed Abdullah Yanarateş:

Bazı parantezler açmak kaydıyla Oktay Rifat’ın değerlendirmesine büyük ölçüde katılıyorum evet. Güzellik anlayışını, dünya görüşü ve kâinat anlayışının içerisinde kabul etmek gerekir elbette, fakat o yerin içeri-dışarı sınırlarında bir yerlerde olduğunu unutmadan. Görüş, anlayış, uygunluk gibi ifadeleri çok derli toplu, dört başı mamur hatta ilerici olsa dahi ideolojik katı kapsamları çağrıştırmasından ötürü şiir açısından tehlikeli buluyorum. Dünya görüşünün tesisine araçsallaşmış ya da kâinat anlayışının vaazına angaje olmuş bir şiire çıkabilecek ufacık bir çağrışıma dahi dikkat kesilmek, yerli yerinde parantezler açmak gerek diye düşünüyorum. Çünkü bu mevzuda yetersiz kalmış hassasiyetler şiirin politikleşmesi yerine çoğu zaman politikanın şiirselleşmesi sonucunu verebiliyor. Mesela bir zamanların modası olarak bazı toplumcu şairler “Feuerbach Üzerine Tezler”in 11. tezindeki “filozoflar, dünyayı sadece farklı biçimlerde yorumladılar; önemli olan onu değiştirmektir” ifadesinde filozof yerine şairi koyarak, şiirin o kibar sırtını ezip, şiiri yok edebilecek bir yük yüklediler. Bu yok oluş kendi şiirlerini bağlar, nitekim öyle de oldu. Bu bir tehlike mi? En berbat, en uç hâliyle evet. Daha yumuşak ve örtülü hâllerine, tedbir olarak da yine Marks’ın “Yazar çalışmalarını asla araç olarak görmez, yazı öz-amaçtır” deyişini akılda tutmak gerekiyor. Fakat buradan şiir ve şair ayrı iki varlıktır yargısı da çıkmaz. Yani şair yaşadığı toplumdan, beri geldiği kültürden ve yaşamla kurduğu ilişkiden bağımsız şiirler yazacak değildir. Ancak şairin yaşamla kurduğu ilişki yalnızca şimdiki zamanla alakalı değil, mevcut olanın eleştirisi ile şimdinin çok ötesindedir. Bir bakıma şair, İbn-i Haldun’un tarihsel bir aralığa denk gelen şehrinin içinde, şehre dair eleştirel fakat şehrin surlarını aşacak kapsamda düşünebilirse şiir yapabilir. Haldun’cu görüşe göre şehir yozlaşmaya başladığında dışardan gelen dinç bedeviler tarafından yıkılır ve bedeviler tarafından yeniden bir şehir inşa edilir. Kabaca bir benzetme olacak ama art arda soruları kısaca toparlamak adına şehir yerine Oktay Rifat’ın dünyaya ve kainata dair kastettiği ne varsa getirilebilir, hepsi şehrin içindedir. İşte şair, şehir yozlaşmaya başladığında ve herkes uykusundayken şehrin dışından şehri önce yıkıp sonra yeniden kurmak için gelen bedevi atlarının nal seslerini duyabilen kişidir, şiir ise o nal seslerinin şairce duyulabildiği hâliyledir. Şair ile şiirin arasında şehrin surları vardır, ama bu surlar şair ile şiiri ayırmaz tam aksine ikisini özerk bir zeminde ayrı ayrı düşünülmez birliğe eriştirir. 


Tasarımdaki görseller © Fernando Maselli'ye aittir.

0
14430
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage