20 MART, PAZARTESİ, 2017

“Göz ve Bakış Ruhun Penceresini Oluşturur”

Çalışmalarını Paris ile İstanbul arasında sürdüren sanatçı Fatma Tülin’in 38’inci kişisel sergisini oluşturan eserleri, 9 Mart tarihinden beri MERKUR Galeri’de sergileniyor. Yapıtlarında yenilenme ve değişim yaratmayı önemseyen sanatçı ile sergilerinin kavramsal çerçevesi, mekân ve bakma kavramları üzerine konuştuk.

“Göz ve Bakış Ruhun Penceresini Oluşturur”

Bakan ve bakılan olma hâli arasındaki ilişki pek çok düşünürü ve sanatçıyı üzerine düşünmeye iten bir konu olmuştur. Fatma Tülin’in “bakıştan gerçeğe ulaşılabilir mi?” ve “bakış doğruyu barındırır mı?” sorularına odaklanarak ürettiği eserlerinden oluşan sergisi “Yüzler, Fısıltılar” da, sürekli bir değişim ve devinim içinde olan sanatçının üzerine eğildiği güncel bir kavramsal çerçeve olarak karşımıza çıkıyor. Paris’te yaşayan sanatçının orada karşılaştığı yüzler üzerinden çizdiği portreler, her sergisinde sanatsal üretimini farklı bir teknik ve konuyla gerçekleştiren Tülin’in son sergisinde anlattığı hikayenin temelini oluşturuyor.

Yurt dışında değişik şehirlerde kalmışsınız; şu anda İstanbul ve Paris arasında yaşıyorsunuz. İki farklı şehirde ve mekânda yaşamak sanat üretiminizi nasıl etkiliyor?

İki şehirde de atölyem olduğu için çalışmalarımı kesintisiz yürütebiliyorum. Paris’te daha yoğun ve coşkulu çalışıyorum. Hayat daha sakin ve yumuşak… Belki de ben kendimi daha kolay soyutlayabiliyorum. Burada sosyal ilişkiler çok zaman alıyor. Bir de Fransa’da sanatın gündelik hayatın içinde ve her yerde olduğu gerçeği var, en küçük yerleşim alanında bile bir müzeye rastlıyorsunuz. Bu durum orada sanat üretme edimini daha anlamlı kılıyor. Sergiler, müzeler, filmler… Bir sinema aşığıyım, dünyanın her yerinden filmler oynuyor sürekli. Seçenek çok... Tüm bu etkenlerin sanat üretimine katkısı oluyor kuşkusuz. Bu nedenlerle orada yaşamayı seçtim.

©Nazlı Erdemirel

Farklı yerlerde yaşamış bir insan olarak eserlerinizde mekânsal izler var mı? Ve İstanbul’un bu izlerdeki yoğunluğu nedir?

Yapıtlarımda genel olarak dış mekânın birebir etkisi görülmez. Bununla birlikte, kaldığım bir yerden, Fransa’da St. Nazaire adlı liman şehrinden çok etkilendim. Böylece resmimde ilk kez bir dış mekân yer aldı ve bu kent üzerine kapsamlı bir sergi hazırladım. 2004 yılında, Milli Reasürans Galerisi’nde  “Zaman-Kişi-Mekân“ adını verdiğim ve bu kavramlar üzerine kurduğum bir sergim oldu. Soyut bir resmim var, İstanbul’a gelince, İstanbul konulu bir sergi için hazırlamıştım. Doğduğum ve yaşadığım bu şehrin bugüne kadar sanatsal açıdan beni pek fazla heyecanlandırdığını söyleyemem.

Yeni serginiz “Yüzler, Fısıltılar” 38’inci kişisel serginiz olma özelliğini taşıyor. İlk kişisel serginizden beri eserlerinizde nasıl değişimler oldu? 

Sayılar çok da önemli değil ama değişim ve gelişmeye önem veren bir sanatçı oldum hep. Yapımla ilgili bir tutum bu, tekrara tahammülüm yok. Hayatla ilgili de böyle bu... Sürekli yeni alanlara ilgi duyarım, yeni malzeme ve yeni kullanım biçimleri denemekten vazgeçemem. Değişik konular, değişik teknikler denerim. Yeni bir şey sunmayacaksam sergi açmam. Söylediğiniz sayıyı düşününce yapıtlardaki değişim oranını tahmin edebilirsiniz. Tüm hikâyeyi bir soruda anlatmak zor, ama çok genel olarak ilgi odaklarım doğal nesneler ve insan gövdesi olmuştur. Arada yan yollara saptığım olur, az önce sözettiğim mekân ağırlıklı sergi gibi… Ama ana konular dönüşümlü olarak gelip giderler, odak noktasına her seferinde farklı bir bakışla eğilirim.

©Nazlı Erdemirel

Çalışmalarınızda bakan ve bakılan arasındaki gizemli ve karmaşık ilişkiye odaklanıyorsunuz. Kavramsal olarak bakmak/izlenmek sizin için ne ifade ediyor?

Nöro-psikolojiye göre çocuk altı haftalık olduğunda bakış oluşuyormuş, seçilen bir odağa, etrafa kapalı bir biçimde bakmaya ancak o zaman başlanırmış. Roland Barthes, insan ruhunun bu altı haftada oluşabileceği gerçeğine değiniyor. Gözün ve bakışın ruhun penceresi olduğu deyişini anımsatıyor bu durum. Bence ruh ve düşünce bakışta kristalize oluyor. Bir insanla ilgili ilk izlenimlerimiz bakıştan geçiyor. İlişkilerin yönünü bakış belirliyor. İzlenmek her durumda  çok tedirgin edici bir konum, benim için tutsaklıkla eşdeğer. Bakışların gücü var, olumlu ve olumsuz anlamda... Bakana kıyasla, bakılanın pozisyonu daha edilgen ve belirsiz. Bakış doğruyu barındırır mı, bakıştan gerçeğe ulaşabilir miyiz? Tüm bu sorular çerçevesinde gelişti bu serginin kavramsal yanı.

Bakma kavramını değerlendirirken ilham aldığınız düşünür ve sanatçılar kimler?

“İlham” kelimesine yabancıyım. Çok okurum, sanatçıları seçerek izlerim ama etkilendiğim adlar vermekte zorlanırım. Etkiler bir magma halindedir bende, ayrıştırmak imkânsız. Düşünce alanında olsun sanat alanında olsun, her şey zihnimde süzgeçten geçerek elenir. Etkilenmem çok güçtür. Bir konuya odaklandıktan sonra aynı konuyla ilgilenmiş kişilere bakarım bazen, ama bu da oldukça enderdir. Doğrusu etrafıma bakmam pek. Ayrıca etkilenmekten kaçındığımı da söyleyebilirim.  

Genel olarak eserlerinizi nasıl bir kavramsal çerçeveye oturtmayı amaçlıyorsunuz? Yoksa eseri yorumlamayı tamamen izleyiciye mi bırakıyorsunuz?

Genelde sergilerimi bir kavram etrafında kurarım. “Saplantı Çekirdeği”, “Önce”, “Zaman-Kişi- Mekân”,  “Yüzyüze”, “Zencefil”,  bu tür sergilerden birkaçı. Bu durumda işlere benim yazdığım bir metin eşlik eder. Bazı sergilerde ise kavram daha gizlidir, işlere içkindir. Her durumda sanat çağrışımlar yoluyla anlatır, izleyicide uyandırdığı bağlantılar herkesin özel birikimine göre değişir. Bu da önemlidir bence. 

©Nazlı Erdemirel

“Belki de her yüz ve her bakış sanatçının kendisidir” diyorsunuz. Portrelerinizde izleyiciye bakan yüzleri aslında sizin ve yaşamınızın birer yansıması olarak değerlendirebilir miyiz?

Hiçbir şey birebir ve dolaysız değil tabii… Dolayısıyla böyle bir değerlendirme doğru olmaz. Ama sadece portre bağlamında değil, sanatçının her ürettiği iş kendini yansıtır bir anlamda. O yüzden de tüm değişimlere rağmen üretmiş olduğum her yapıtta benden bir şey vardır, bir insan gövdesi ayrıntısıyla, bir zencefil kökü arasındaki ortak nokta da budur.

Portreleriniz aynı zamanda Paris’te yaşadığınız mahallede karşılaştığınız yüzler olarak karşımıza çıkıyor. Bu insanlar üzerinden eserlerinizde anlatmak istediğiniz başka kavram ve olgular mevcut mu?

“Yabancılık” ve “tanışıklık” kavramları da devreye giriyor bir yerde. Yabancı olmak ne demektir? Bence kişi kimliğini ve aidiyetini kendi oluşturur, kendi seçer. İnsanları asıl farklılaştıran olgu davranış biçimleridir. Aidiyet toplumun size giydirdiği bir kavram olmamalı. Bu benim fikrim tabii. Başkalarına yabancı olarak bakmayınca, onlar için de yabancı olmuyorsunuz. Aidiyet kavramları insanları kısıtlıyor ve gereksiz gerilimler yaratıyor. Ben bu tür kavramları  kendimde barındırmadığım için farklı bir yerde de olsam herkes tanıdık geliyor. Bu sergiyi hazırlarken bu tür sorunlar bakışın gücü ve niteliği meselesiyle bağlantılı olarak gündeme geldi.

Ressam kimliğinizin yanında kitap da yazıyorsunuz. Resim ve yazarlık iki ayrı emek süreci olarak birbirini nasıl etkiliyor?

İkisi birbirini tamamlayan süreçler. Resim, anlatım alanı olarak konuştuğumuz dilin olanaklarından daha kısıtlı, bir önceki sorunun cevabında söylediklerimi anlatamaz örneğin resim, suskundur. Bambaşka bir dildir, bir sanat yapıtıyla iletişim kurabilmek için o dili bilmek gerekir. Görsel dili biraz hafife alıyoruz diye düşünüyorum bazen. Belki de söylemek istediklerimi yeterince anlatamadığımı hissedince yazıya başvuruyorum. Ama bu benim için bir yan uğraş.

Yakın zamanda yeni bir projeniz olacak mı?

Çalışmalar devam ediyor, projeler birbiriyle paralel yürüyor. Yeni projeler çoktan başladı bile. Sergiler bir duraklama aralığı oluşturmuyor benim için.

“Yüzler, Fısıltılar”, 8 Nisan tarihine kadar Galeri MERKUR'ün Nişantaşı’ndaki mekânında görülebilecek. 

0
11085
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage