09 EYLÜL, CUMA, 2016

Fotoğraf Âleminde Kısa Bir Devriâlem

Sonbahar ile birlikte sanat sezonu ivme kazanmışken bu kez yüzümüzü yurt dışına çevirip New York’tan San Francisco’ya, oradan da Antwerp ve Paris’e uzanarak fotoğraf dünyasının hepsi de kendi alanlarında önde gelen isimleri olan Nan Goldin, Hiroshi Sugimoto, Malick Sidibé ve François Hugier’nin -kiminin eski kiminin de yeni işlerine ev sahipliği yapan- sergilerine kısa kısa değinelim istedik.

Fotoğraf Âleminde Kısa Bir Devriâlem

Nan Goldin ve uç noktalardaki itirafnamesi

İlk olarak, Nan Goldin’in yaz başında açılan ve 12 Şubat 2017’ye kadar kadar devam edecek olan -kült işi- "The Ballad of Sexual Dependency" (Cinsel Bağımlılığın Şarkısı) ile başlayalım. MoMA’nın ikinci katındaki çağdaş (sanat) galerilerinin tekrar faal hale gelmesi nedeniyle açılan -büyük boyutlu, tek işten mütevellit- üç enstalasyondan biri olan “The Ballad of Sexual Dependency”, özel yaşam fotoğrafları bağlamında günümüz fotoğrafını derinden etkileyen ve yirminci yüzyılın son 20-30 yılındaki Batı yaşam kültürünü yansıtan en önemli külliyatlardan biri. “The Ballad of Sexual Dependency”, Goldin’in “sonradan edinilmiş ailem” dediği -ve toplumun ‘marjinal’ olarak tanımlamayı yeğlediği- arkadaşlarından oluşan yakın çevresinin Boston, Berlin, New York başta olmak üzere büyük kentlerdeki yaşamına odaklanan görsel bir günlük. İsmini Bertolt Brecht ve Kurt Weill ikilisinin 1928 tarihli Üç Kuruşluk Operası’ndaki bir şarkıdan ödünç alan “The Ballad of Sexual Dependency”, Goldin ve arkadaşlarını hem sıradan hem en özel anlarında gösteren, anlaşmazlıklara/uyuşmazlıklara rağmen devam eden tutkulu ilişkilere, kadın ve erkeğe atfedilen kültürel kodlara, aile içi şiddete, 24 saat parti insanlarına, madde bağımlılarına, travestilere/transseksüellere, aşka, kayıplara, hastalıklara, genel anlamıyla da hayata dair başka pek çok şeyi içeren bir itirafname. Goldin, sadece sevdiği ve uzun yıllardır tanıdığı insanları fotoğrafladığı bu seriyi şu sözlerle özetliyor: ““The Ballad of Sexual Dependency”, insanların okumasına izin verdiğim bir günlük. Günlük, benim için hayatımı kontrol altında tutma mekanizması. Bana her ayrıntıyı saplantılı bir şekilde kaydetme serbestisi sunuyor. Ve hatırlamama olanak sağlıyor.”

Brian'ın dizinde şekerleme, Nan'in doğumgünü, New York City, 1981 © Nan Goldin. The Museum of Modern Art, New York izniyle.

Goldin’in 1979’da Frank Zappa’nın doğum günü partisindeki ilk sunumundan itibaren New York gece kulüplerinde bir dia makinesinden fotoğrafları tek tek eliyle değiştirerek göstermeye başladığı ve her gösteriminde yenilenerek genişleyen/devasalaşan “The Ballad of Sexual Dependency”, 80’lerin ortasına gelindiğinde artık 700 küsur fotoğraf ve -Velvet Underground’dan Maria Callas’a, James Brown’dan Dean Martin’e uzanan geniş bir yelpazedeki- 40’ı aşkın şarkıdan ortalama birer dakikalık pasajlar içerin bir müzik listesinden oluşan, bienallerde/galerilerde gösterilen itibarlı bir iş haline gelmişti. MoMA’daki sergi de işin orijinal sunumuna sadık kalıyor ve serginin ana eksenine eski tip bir dia makinesinden yapılan yaklaşık 40 dakikalık bu gösterimi oturtuyor. Serinin müzenin koleksiyonunda bulunan baskılarından örnekler ve “The Ballad of Sexual Dependency”nin 80’lerdeki gösterimlerine ilişkin Goldin’in arşivinden alınan afişler, el duyuruları ve ilk baskısı 1986’da yapılan kitabın maketi gibi diğer basılı malzemeler de MoMA’daki enstalasyonun diğer parçalarını oluşturuyor. Özellikle 1990’lardan itibaren patlama yaşayan özel yaşam fotoğrafları konusunda tarihî bir eşik olan bu işi bir bütün olarak halen görme şansı bulamayanlar için MoMA’daki sergi önemli bir fırsat.

Hiroshi Sugimoto’nun sinema salonlarına dönüşü

Japon fotoğrafçı Hiroshi Sugimoto, ilk kez 70’ların sonunda fotoğrafladığı ve 90’larda da bir dönem fotoğraflamaya devam ettiği sinema salonları serisine yakın dönemde eklediği örnekleri, “Remains to be Seen” (Görülesi Kalıntılar) başlığı altında 8 Eylül-22 Ekim tarihleri arasında San Francisco’daki Fraenkel Gallery’de sergiliyor. Sugimoto “tüm bir filmi tek bir fotoğraf karesine sığdırırsan ne olur” gibi basit bir sorudan yola çıktığı bu seriye, ilk başta hali hazırda faal durumda olan sinema salonlarında, o sırada vizyonda olan filmleri fotoğraflayarak başladı. Sugimoto’nun filmin başladığı anda açtığı diyaframı filmin sonlanmasıyla kapamasıyla ortaya çıkan fotoğraflar, tüm bir filmi barındırmasına rağmen sadece içinden ışık fışkıran bir beyaz perde ve bu ışıkla hafifçe aydınlanan ihtişamlı salon görüntülerinden ibaret. Pozlama süresi tüm bir film boyunca devam ettiğinden ne filme dair herhangi bir sahne/bilgi ne de o anda filmi izlemekte olan izleyicileri görmek mümkün bu fotoğraflarda. Sinema endüstrisinin ivme kazandığı dönemlerde inşa edilen görkemli salonlarda başladığı bu seriye araba ile girilen açık hava sinemalarında devam eden Sugimoto, aslında tüm serilerinde olduğu gibi bu seride de zamanın geçişine ve insanoğlunun buna tanık oluşuna gönderme yapıyor. Tabii bir de çok fazla bilginin kimi zaman hiçbir bilgi içermeyeceğine de…

Palais de Tokyo, Paris, 2014 © Hiroshi Sugimoto. Fraenkel Gallery, San Francisco izniyle.

Uzun bir ara verdikten sonra bu seriye tekrar dönen Sugimoto, bu kez faal durumda olmayan ve yıkılmanın eşiğindeki metruk salonlarda, kendi seçtiği filmleri fotoğraflıyor. “Remains to be Seen” sergisini oluşturan ve kıyamet sonrası ya da distopya filmlerinin gösterildiği beyaz perdeden yansıyan ışıkla aydınlanan bu gözden düşmüş mekânların fotoğraflarında, zamanın geçişini sadece sembolik olarak değil artık fiziksel olarak da gözlemlemek mümkün. Sergiyi görme fırsatı yakalayamayacak biz çoğu fani için de Sugimoto’nun kırk yıla yakın bir süredir fotoğrafladığı sinema salonları serisine ait 130 fotoğraftan oluşan Theaters isimli kitabın geçtiğimiz günlerde raflardaki yerini aldığını not düşelim.

Malick Sidibé’nin gözünden Malili gençlerin coşkusu

Dünyanın en büyük liman kentlerinden biri olan ve Belçika’nın kültürel anlamda en hareketli kenti diyebileceğimiz Antwerp’teki Fifty One Too, 8 Eylül-5 Kasım tarihleri arasında, geçtiğimiz Nisan’da 81 yaşında hayata gözlerini yuman Malili fotoğrafçı Malick Sidibé’nin “It’s Too Funky In Here!” (Burası çok müthiş!) sergisine ev sahipliği yapıyor. Bir diğer Malili fotoğrafçı Seydou Keïta ile birlikte (Batı) fotoğraf dünyasında tanınması 1990’ların başına tarihlenen Sidibé, fotoğraf stüdyosu dekoratörü olarak başladığı fotoğraf kariyerini neredeyse son nefesini verene dek başında bulunduğu Bamako’daki ‘Studio Malick’te devam ettirdi. Keïta ve Sidibé, özellikle 1950’ler-70’ler arasına tarihlenen stüdyo portreleriyle sadece bir Malili tipolojisi yaratmakla kalmayıp -kolonyal dönemden bağımsızlık dönemine geçişteki- Mali kültürüne dair de çok önemli bir dokümantasyon gerçekleştirdiler. 

© Malick Sidibé. FIFTY ONE, Antwerp izniyle

Ama Keïta ağırlıkla küçük stüdyosunda portreler çekerken, Sidibé dört duvar arasında kalmayıp sokakları da stüdyosu haline çevirdi ve özellikle de gençlerin peşine düştü. Onları sokaklarda eğlenirken, partilerde dans ederken, spor karşılaşmaları yaparken, plajda güneşlenirken ya da dövüşürken fotoğrafladı. İşte Fifty One Too’daki “It’s Too Funky In Here!” sergisi de kimi şipşak estetiğiyle kimi de özellikle poz verdirilerek çekilmiş bu fotoğraflardan oluşuyor. Sidibé’nin bu fotoğraflarındaki gençler önceki nesillere kıyasla hareketlilik ve canlılıklarını yansıtacak daha özgür bir tavır sergilerken, ait olmak istedikleri modern dünyanın bir tür aynası olma işlevini de görüyorlar. Bu rahatlığın karşılığında da Sidibé, gençlerin boş zamanlarını nasıl geçirdiklerine şahit olup onları belgelerken onların coşkusuna katılan ve karşılıklı güveni sağlayan yaklaşımını elden bırakmıyor. Sidibé ve süjeleri arasındaki keyifli bir suç ortaklığının belgeleri olarak da nitelendirilebilecek bu fotoğraflar, Fransa’dan bağımsızlığını yeni kazanmış Mali’yi arka planına alarak Batılı ideallerin bir Batı Afrika ülkesinin kültürüne nüfuz etmesine ilişkin de etkileyici bir portre çiziyor. “It’s Too Funky In Here!”, 2003 yılında Hasselblad Ödülü’nü, 2007 yılında Venedik Bienali’nde Altın Aslan’ı ve 2008 yılında da ICP Infinity Award’u kazanan Malick Sidibé’yi halen keşfetmemiş olanlar için yerinde bir fırsat olabilir.

Françoise Hugier’den bir acayip Koreliler portresi

Bahsedeceğimiz son sergi, Fransız fotoğrafçı Françoise Hugier’nin 10 Eylül-29 Ekim tarihleri arasında Galerie Polka’da ilk kez görücüye çıkan “Virtual Seoul”ü (Sanal Seul). Günümüzün teknolojiye yön veren en önemli ülkelerinden biri olan Güney Kore’nin başkenti Seul’ü ilk kez 1982 yılında çıktığı uzun bir Güneydoğu Asya seyahati sırasında keşfeden Hugier, otuz yılı aşkın bir süre sonra 2014’te yolunu tekrar bu kente düşürmüş. İlk gittiğindeki savaştan henüz yeni çıkmış ve kendini toparlamaya çalışan bir ülkenin başkentinden küreselleşmenin ve teknolojinin egemenliği altına girmiş ultramodern bir başkente dönüşen Seul’den çok etkilenen Hugier, burada uzun bir süre kalmış ve kentin çeşitlilik ve acayipliğini fotoğraflamaya girişmiş.

Hugier, 80’ler ve 90’larda dergilere editoryal moda fotoğrafları çekerken Hindistan, Rusya, Japonya, Afrika gibi uzak yerlere gidip dünyayı dolaşmaya başlayan bir seyyah ve kendini belgesel fotoğrafçı olarak tanımlayan bir fotoğrafçı. Ama sadece bir fotoğrafçı değil. Az önce yukarıda ismi geçen Malili fotoğrafçılar Seydou Keïta ve Malick Sidibé’yi 1991’de keşfeden ve işlerinin tanınmasını sağlayan aktörlerden de biri. Üstelik Afrika fotoğrafına katkısı bununla da sınırlı kalmıyor. Hugier, Bamako’daki Afrika Fotoğrafı Bienali’nin 1994’teki ilk edisyonunun düzenleyicileri arasında olmasının yanı sıra pek çok uluslararası fotoğraf festivalinde de tuzu bulunan bir isim.

Dreampalace, Seul, Kore, 2015 © Françoise Hugier. Galerie Polka, Paris izniyle.

“Virtual Seoul”, Hugier’nin köklü gelenekler ve gelişmeye odaklı daimi bir yarış arasında sıkışıp kalmış Korelilere dair kuşaklararası bir portre denemesi. Hugier bir yandan ülkeyi (ve çoğu Güneydoğu Asya ülkesini hatta Batı dünyasını) kasıp kavuran Kore popunun (K-pop) etkisindeki -birçoğu estetik müdahalelerle Asyalı yüz hatlarından kurtulmaya ya da ten renklerini açmaya çalışan- gençleri kitsch Batılı giysiler içinde geçtiğimiz yüzyıldan kalmış gibi duran Batılı mekânlarda fotoğraflarken, diğer yandan da savaş sonrasında ülkenin yeniden inşaasına öncülük eden ama bir anlamda ekonomik mucize adına gözden çıkarılmış yaşlıları alımlı, pullu/payetli kıyafetleri içerisinde günlerini sevgilileriyle dans ederek geçirdikleri ‘colatheque’lerde (alkolsüz içecek servis eden barlar için kola ve diskotek kelimelerinden türetilmiş bir isim) fotoğraflamış. Dünyanın en büyük ekonomik güçlerinden biri olmasına rağmen her an bunu kaybetme korkusuyla yaşayan ve popüler kültür girdabında salınan Güney Korelilerin büyüsüne kapılan Hugier’nin önümüzdeki yıllarda bu seriyi Kuzey Kore’ye taşımayı hayal ettiğini söyleyerek bitirelim.

0
8767
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Advertisement
Geldanlage