Ey yalnızlık, ılık ve soğuk geceler, insan, hüzün ve pencereden oluşmuş garip tertibat! Ey büyüdükçe acıya, küçüldükçe ölüme denk olan, meddahların bile oynamaya çekindiği sen, benim için fazlasın! Gelinmiş sabahların içinden sıyrılamamış çaresizliğim. Ulakların taşıyamadığı zihnimi bunca kolay taşıyan, fikrime abat olan sen, yetmez mi üstümde tepindiğin.
Ben, yalnızlığına otururum dünyanın, tek başınalığına, bir çatı katında. Bir çift kumru, birde baykuşla. Dibimden sayısız nehir akar. Yasaklı bir liman şehri gibi hiçbir şey alıp, hiçbir şey gönderemem kimseye. Bulunduğu yerde, daha da büyütülecek; el altından temin edilmiş bir yalnızlık yaşarım ancak, suskun ve belirsiz.
İnsan, o kadar yalnızlığa alıştırılıyor ki, şu ya da bu sebepten, daha fazla dahil edemiyor bir yerde kendini hayata. Çünkü hayat, içine alıp almama konusunda; şüpheci yaşlı bir paranoyak edasıyla bakıyor sana, bana hepimize. Dönüp duran o eski oyununda yeniliklere kapalı. Bu gidişle de kapalı olacak. Yıllarca da yaşasan aynı yerde, bir yerli alışkanlığı edinemez ve bir yerli alışkanlığı da bulmazsın karşında. Üzgünüm! Yaşımda artık sefere çıkmayacak bir gemiyle eşit. O bir jilet kadar keskin hala, bense tükenen bir varlıktayım; bir şişe şarap gibi, bir orman hatta su gibi.
Kaldır başını bu ağır yanılgıdan uzaklara bak. Senin yanın da olan, senle olanlara yani. Şehir şehir, isim isim biz yalnızlığına dahil olan isim listelerine. Gidiş dönüş bileti alamayacak olan beklenirliğine. Şimdi hangi kıta? Hangi şehir? Hangi otel? -ismi mühim değil- seni bekleyecek. Koca bir yalnızlığa dahil olmuş seni öyle mi? Sanmam dostum sanmam, hiçbir şehirde senle ilgili bir düş yok, otellerden de çıkarılmış adın. Bir yerlerde duyulsun bu acın.
Ey yalnızlık, ılık ve soğuk geceler, insan, hüzün ve pencereden oluşmuş garip tertibat! Ey büyüdükçe acıya, küçüldükçe ölüme denk olan, meddahların bile oynamaya çekindiği sen, benim için fazlasın! Gelinmiş sabahların içinden sıyrılamamış çaresizliğim. Ulakların taşıyamadığı zihnimi bunca kolay taşıyan, fikrime abat olan sen, yetmez mi üstümde tepindiğin.
Korku, korkularımız. Bir bardağın kırılma korkusuyla, bir eşyanın çalınma korkusuyla denk olsaydı keşke. Çevreye verdiğim bu sessiz huzur, bir ikindi vakti kırdıracak kapı penceremi ve kenarda kalmış yalnızlığımı ifşa edecek. Bir yalnız üzerine bir şey söylenemeyeceğini o zaman anlayacaksın. Beni, korkularımı itiraf etmeye zorluyorsun sevgili yalnızlık. Söyleyeyim; yine de senden korkmuyorum. Yanlışların doğruları götürme ihtimalinin olmadığı bir dünya yok. O yüzden bir ömrü tek başına yürüyecek cesaretim var benim.
Kırılan kapı penceremin gürültüsü içinizi doldurdu değil mi? Sizde bir adım daha yaklaştınız kendi gerçeğinize. Ruhumuz öz yıkıma ulaşmışken, gizlice dua okumanın bir faydası olmadığını göreceğiz bir gün. Kırıldı ya kapım pencerem, ünü sınırları aşmış yalnızlığım da görüldü demektir. Çağırın bütün gazeteleri, haber kanallarını. O görülmezi gören gözünüzü biraz daha açın, ama terfi almayı uman bir memur gibi küçük düşünün olacak şey mi? O tevhit okuyan dilinizi de yok edin hemen. Buradaki koca yalnızlığı, yani, “Biz Yalnızlığını”, sıradan üçüncü tekil şahıs yalnızlığına indirin. Evin, odanın, yatağın, masanın, bardağın, çatalın da, benimle birlikte bir yalnızlığı olduğunu göremeyin olur mu? O sahilin arkasında kalan, gezilmeyen, içine kapanık sokakların, sinemalarda sondan 3. Sıradaki 5 numaralı koltuğun, kış günleri, otobüs duraklarındaki garip sıcaklığın,çay bahçelerinin o hep bir sandalyesi alınmış iki kişilik masalarının, şemsiye taşımayan ve yağmurdan kaçmayan, deli diye nitelediğiniz o adamı da anlamayın haliyle...
Anlaşıldı, tehlike, emniyetten daha kesin. Eminim, görünmezlik zırhına batırılmış gibiyim. Açmakla, kendisine yeni bir hava kattığım kapı bile oralı değil. Siz, beni nasıl göreceksiniz ki?
Hala sıcak akıyorsa kanımız, anlatacaklarımız olmalı. Ta Çin Seddinden, Babil’den bu yana, yalnızlarda bir yerde kölelere benziyor. Eminim, yalnızların ördüğü duvarlarda koruma altına alınacak, Unesco da bizi görecek bir gün. Dünyadan tahliye kararı verilmemişse hakkımızda henüz, bir şansımız daha var demektir, yaşayan Unesco olmak için.
Bunca konuştum, bunca yazdım ve bunca sessiz kaldım. Gördüm ki, hiçbir şekilde devrim olmuyor ve bıraktım bütün hünerimi yalnızlığın ellerine. Diyelim ki, hayat birbirlerinden habersiz gibi duran insanlardan teşekkül edilmiş bir bekleme odası. Diyelim ki, susarak da acıta biliyorsa insan, bekleyerek de bir yere varabilir. Yine de şikâyetçiyim, böyle zor bir görevi yaptığım için, eşyaların ilgisizliğini üstümde toplayamadığım ve ufak ufak kendimi ele verdiğim için.
Yalnızlardan söz etmemiz, insanlardan fazla anlayış beklemektir demiş ya, ta 19 veya 20 yüzyılda R. M. Rilke. Haklı, siz hiç yalnız görmemişsiniz ki bu koca iki yüzyılda. Taş bir sütun gibi orada durduğunu varsaymışsınız. Oysa bir insanın, bir sütuna hasredilemeyecek bir yanı vardır hep.
Hüseyin Arda SALKAYA
20.10.2015