16 ŞUBAT, CUMA, 2018

Türkiye’den Altı Yönetmen Altı Bakış

17. !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’nde Kar, Arada, Başka Mevzu, Dans Eden Kızlar ve Söz Uçar filmleriyle yer alan Emre Erdoğdu, Mu Tunç, Bahar Kılıç ve Hulusi Tütüncü, Zeynep Köprülü ve Tufan Taştan ile yeni Türkiye Sinemasını ve yönetmen olarak sinemaya dair genel bakışlarını konuştuk.

Türkiye’den Altı Yönetmen Altı Bakış

15-25 Şubat 2017 tarihlerinde İstanbul’da, 1-4 Mart 2017 tarihlerinde ise Ankara ve İzmir’de gerçekleştirilecek 17. !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’nin 2018 programında yer alan Türkiye’den altı yönetmeni, iki uzun metraj ve üç kısa film kapsamında bir araya getirdik. 17’nci !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’nin “!f Yeni” kategorisindeki iki yerli uzun metrajdan Kar ve Arada ile “Türkiye’den Kısalar” kategorisinde yer alan Başka Mevzu, Dans Eden Kızlar ve Söz Uçar filmlerinin yönetmenlerinin yeni Türkiye sinemasının konumuna, geleceğine ve seyirci ile olan ilişkisine bakışlarını sorduk.

Kar filmi iki benzer sahnenin birbirini tamamlayan fotoğraflarıyla bir diyalektik oluşturuyor. Film bize bu anlamda nasıl bir önermede bulunuyor?

Emre Erdoğdu (Kar): Ben filmlerdeki bu önerme zorunluluğuna inanmıyorum. Yani bir fikri ve önermesi olan ve bu şekilde yola çıkan filmler bana çok yavan geliyor. Bence sanatın evrimine veya insanlığın evrimine katkısı olmak zorunda değil filmlerin. Ama katkısı varsa da bir fikir olarak değil kendi içinde yaşadığı bir hissi beyan eden filmler olarak kendini ortaya koymalı. Ben bir şeyler hissediyorum ve bunları net bir biçimde kelimelere dökemiyorum. Bunu da film aracılığıyla ifade edebiliyorum. Her izleyende de farklı şeyler hissedilebiliyor. Örneğin “filmdeki Ali karakteri Müzeyyen karakterine bir umut vadediyor mu?” sorusu izleyen kişiye göre değişebilir. Hatta filmin sonu umutlu mu umutsuz mu konusu da kişiden kişiye değişebilecek bir durum. Ve hatta bu durum cinsiyetten cinsiyete bile değişebilir. Çünkü filmin sonundaki etkiyi erkeklere sorduğumda başka bir düşünce ortaya çıkıyor kadınlara sorduğumda bambaşka bir cevap alıyorum. Tabii ben kadınların bakış açısını daha çok seviyorum. 

Emre Erdoğdu ©Nazlı Erdemirel

Aslında bununla ilgili fikirlerinizi almak istiyordum. Son zamanlarda ucu açık bırakılan filmler ve yarattığı etkileri tartışmak gerekirse; yönetmenlerin git gide karamsarlaşan ve kafası oldukça karışmış toplumlara daha da kasvetli filmler sunup bir önerme getirmemesini nasıl yorumluyorsunuz? 

Mu Tunç (Arada): Benim filmim bunun üzerine kurulu mesela. Ben çok fazla karamsarlık görüyorum şu an ve bu kararsız davranışları hiç beğenmiyorum. Sürekli söylenen insan topluluklarına dönüştük. Eğer bir şeyi beğenmiyorsan bir karar al ve uygula ki değişsin. İş yerini beğenmiyorsan ayrıl ya da İstanbul’u beğenmiyorsan lütfen git. Çünkü artık elimizde imkânlarımız var ve mekanikleşmeye gerek yok. Bunun için filmlerin de insanları pozitif bir bakışa çekmesi gerekliliğini düşünüyorum. Elbette her şeyi çok pozitifmiş gibi göstermek değil de seyirci algısını pozitif bir noktaya çekebilmek bahsettiğim. Değişim hemen olabilecek bir şey değil. İnsanın değişim için önce zihninde hazır olması ve bu radikal kararı alabilmesi gerekli. Sonrasında yavaş yavaş olumlu düşünceye doğru bir yolculuğa çıkabilir. Dediğim gibi her şey süper yolunda değil ama bunu değiştirmek için biz ne yapabiliriz buna odaklanmak gerekli diye düşünüyorum. Bu yüzden ben senin bakışına inanıyorum; sürekli negatif, dünya karamsar, bizler ölüyoruz kısmı bize bir şey kazandırmayacak. Bir de ben bu kasabaya olan romantizme katlanamıyorum. Çünkü Anadolu’nun %80’i köy veya kasaba değil artık. Birçok şehir metropole bağlamış durumda. Bina fiyatlarına ve yaşam biçimlerine baktığımızda da oldukça pahalı. Bizim kendi gerçek gerçekliğimize bakılmalı. Bizim sinemamızda şu an bizden bir sonraki jenerasyonun problemleri yansıtılıyor. Biz şu an farklı bir jenerasyonuz ve bizim hikâyelerimizi kimsenin anlamayacağı gibi bir algı yaratılıyor. 

Mu Tunç ©Nazlı Erdemirel

Bahar Kılıç (Başka Mevzu): Ben aslında bu konu hakkında epeyce konuşabilirim. Hem akademisyen olduğumdan başka bir yerden bakıyorum hem de yönetmen olarak kendi filmlerimizde de bunları çok konuştuk. Biz aslında konuşan bir toplumuz ve kendimizi ifade etmeyi çok seviyoruz. Ben hiç görmedim saatlerce bir camın önünde dışarıya boş boş bakan bir adam. Mutlaka bakarken bile o arada dalaşacak, bulaşacak birini bulur. Türkiye bu anlamda çok konuşan bir ülke. Tamam belki çok boş konuştuğumuz da oluyor ama filmlerde hiç konuşmayan karakterler görüyoruz. Ancak dramatik olarak hiçbir kurala uymayan çok fazla filmle karşılaşıyoruz. Çünkü sinema izleyici için yapılan bir iş. Eğer çok özel bir şeyler yapmak, denemek istiyorsak videoart yaparız ama hem kitlelere ulaşmak isteyip hem de karmaşık, kavramsal bir videoart yapamayız. Ben videoart yaptığımda bile henüz kendi etrafımdaki sektöre daha yakın kimselere bile izletemiyorum. Çünkü anlamak bir donanım gerektiriyor ve bunun anlaşılır olmamasına da hak verebiliyorum. Bu yüzden izlenilmeyecek olan ya da sadece festivalde kısıtlı bir çevreye ulaşmayı amaçlayan bir film yapmak bana çok mantıklı gelmiyor. Olabildiğince fazla kişiye ulaşmalı ve gösterebildiğimiz kadar gösterebilmeliyiz. Ben mesela önce anneme izletiyorum. O beğenir ve bir aksiyon alabilirse tamam diyorum. Duygularla uğraşıyoruz biz ve David Lynch gibi çok karanlık yönetmenler de var ama insanlar bir karar alıp değişiyorlar ve bir aksiyona sürüklüyor onları. Değiştikçe bir şeyleri de değiştiriyorlar. Ama filmde olmayan aksiyon, önerme ister istemez seyirciyi de bir karamsarlığa götürüyor. Bu yüzden bir filmin önermesi olması gerekliliğine katılıyorum. Şiddet konusunu ele alalım sürekli şiddete uğrayan insanın dünyasıyla ilgileniyoruz. Ama şiddete uğrayan insan zaten bunu konuşmak veya görmek de istemiyor. Şiddet uygulayanı asla göremiyoruz. Buna özellikle dizilerde daha sık rastlıyoruz. Kötü dramatik temellere kurulu, kötünün yüceltildiği ve anında çok sahte önermelerin olduğu işler görüyoruz. Kötüyü kendi yoluna bırakıp gönderemiyoruz veya orada bulunmaması gerek diyemiyoruz.

Bahar Kılıç ©Nazlı Erdemirel

Son dönem dizilerde özellikle kötüler yüceltiliyor ve bu da anti-kahraman olarak değil sempati duyulan karakterler olarak çok fazla seviliyor. “Kötü olup, duygudan arınırsanız başarılı olursunuz” gibi bilinçsiz mesajlar veriliyor. İnsanlar da sosyal medyada bu karakterleri takip edip onların sözlerini kendi paylaşımlarında ilham alarak kullanıyor. Televizyonun yarattığı bu bozulma karşısında sinemanın rolünü nasıl yorumluyorsunuz? 

Bahar Kılıç (Başka Mevzu): Hep bir yanlış anlaşılma ve yanlışa doğru yönelme var. İnsan o kadar basit bir şey değil. İnsan ne olursa olsun bir şekilde mücadelesini elbette verir ama ne izliyorsanız o duyguyla dışarı çıkacağınızdan ne çektiğimiz ve ne izlettirdiğimiz çok önemli. Ne önerdiğiniz ve ne hissettirdiğiniz çok riskli. Mesela bizim film (Başka Mevzu) bir evin içinde bir günde geçiyor. Ama bir insanın içindeki çok farklı bir dönüşümü aktarıyor. Tabii spoiler da vermeden aktarmaya çalışıyorum. Ama insanın içindeki bir açmaza bir önerme getirmek de bir görev. Senaryosunu Hulusi (Tütüncü) yazdı mesela, karamsar ve insanların içini sıkan bir çalışma olsun istemedik. Çünkü böyle olunca konunun odağı kayıyor.

Hulusi Tütüncü (Başka Mevzu): Önerme konusunda şunu söyleyebilirim; zaten dramatik yazarlık mezunuyum ve baştan sona kadar o önerme ile eğitim aldım. İster istemez orayla ilgilenmek durumunda kalıyorum. Bir önerme olacak ki oradan faydalanayım. Bir erişim noktam olsun ve ben de bir şeyler çıkarabileyim. Zaten böylece güzel bir şeyler çıkıyor. Çıktıktan sonra o kısmı değiştirip bir noktaya evriltebiliyorum. Bu yüzden önerme filmlerde olmalıdır. 

Hulusi Tütüncü ©Nazlı Erdemirel

Bahar Kılıç (Başka Mevzu): Bir de insanların bir önermeye yani öneriye gerçekten ihtiyaçları var. Bir motivasyona ihtiyaçları var. Ben öğrencilerime de önce yaşamı anlatmaya çabalıyorum sonra sinema geliyor. Bu yönde bir kişisel gelişime ihtiyaçları var ve önce yaşamı kavramaları gerekiyor. 

Emre Erdoğdu (Kar): İşte ben bunu çok büyük bir iddia olarak görüyorum ve benim kimseye bir şeyler öğretecek kadar henüz bir gelişmişliğimin olmadığını düşünüyorum.

Bahar Kılıç (Başka Mevzu): Benimki de aslında bir yol göstermek gibi.

Emre Erdoğdu (Kar): Ama işte o yolun doğru yol olduğundan veya benim yolumun doğru bir yol olduğundan o kadar emin olamam. Çünkü 1940’larda çekilen bir film eşcinselliğin hastalık olduğunu düşünüp, bu önermede anlatılara sahipken bugün bu fikir tamamen saçma bir fikir olarak kabul ediliyor. Öyle de. Bu yüzden ben bugün bir şey önerdiğimde yıllar sonra bunun saçma bir fikir olmayacağından emin olamayacağımdan daha çok bir durum, bir his ve bunun ne yarattığıyla ilgileniyorum. Motivasyon kısmına da gelirsek karamsarlık da bir motivasyon şekli. Bu özellikle Ortadoğu’da sıkça bulunuyor. Halen popüler filmler aşağılanıyor ve festival filmleri çok matah bir yerde tutuluyor. Ama bugün birçok festivalin de bizim anlatılarımızdan istediği Ortadoğu’nun bu sosyolojik problemleri ve açmazları. Çünkü batının izlediği şey birazcık da bu acının pornosu oluyor. 

“Ağıt yakmak için adam öldürmek” kısmı Batı için daima kabul edilebilir ve söz konusu olan bir durum diyebilir miyiz? 

Mu Tunç (Arada): Kesinlikle. Oryantalizm zaten bunun üzerine kurulu. Oryantalizm Doğu’yu daima bir fetiş objesi olarak görüyor. Üretilen sanat yapıtları tüketildikçe de Doğu’nun bir nihlizme sahip olması daha estetik bulunmaya başlandı. Az önce Emre’nin dediğine katılıyorum ancak örneğin beş büyük film festivali bu coğrafyalara nasıl daha farklı bakabileceklerini henüz bilmiyorlar. Çünkü görmemişler başka yönlerini. Mesela benim filmime baktıklarında punk-hardcore gibi türler barındırıyor. Hatta bunları barındıran ilk film gibi görülüyor. Çünkü Türkiye’de 100 senelik bir sinema tarihinde punk ilk defa geçiyor. Bırakın tarz olarak, punk sözü ilk defa geçiyor. Tabii onların perspektifinden bakıldığında özenti gibi görünme ihtimali de çok yüksek. Bunun bu topraklarda oluyor olmasını kanıtlamak bile bir farklılık. Üstelik ben belgelere dayandırarak anlatıyorum bu durumu; 90’larda böyle bir dönem vardı kimsenin bilmediği. Fotoğraflı ve videolu kanıtlar var elimde. Ben bunu ortaya çıkarıyorum ve bunun olduğunu anlatabilmem için yurt dışında sempozyumlar vermem gerekli ki buraya daha farklı bakılıp bu filmin kültürel olarak önemli bir film olduğu kanısına varılabilsin. Bir de bizler daha çok şehirli yönetmenleriz. Doğu’da olanın dışında veya şehirde olan komedinin dışında bambaşka bir yerde olduğumuzu ifade etmek istiyoruz. Olumlu bir yerden bakmak gerekirse bugün burada farklı yerlerden gelen yönetmenler olarak bir arada olmamız bile benzer bir bakışın bizi bir araya getirmesinden kaynaklanıyor.

Mesela Zeynep’in (Köprülü) filmi (Dans Eden Kızlar) ile senin filminin (Arada) gitmek ve kalmak konularına bambaşka yerlerden baktıkları görülüyor. Bu da benzer endişelere bambaşka yerlerden bakmak adına heyecan verici. Ama anlaşılır olmak konusunda biraz daha elimizi taşın altına koymak gerekli diye düşünüyorum. Arthouse bir film 3 bin veya 5 bin izlenip belirli bir kesim tarafından anlaşılıyor. Anlatılarımızı biraz daha geleceğin seyircisine yönelik açmamız, belki 100 bin seyirciye ulaşmayı hedeflememiz gerekli gibi geliyor. Siz ne düşünüyorsunuz?

Mu Tunç (Arada): Şu an benim bütün odağım bu; 100 bin seyirciye ulaşmak. Ve bunu başaracağız. Tabii bu bizlerle alakalı, oyuncularla, ekiple hepimizle alakalı. En önemlisi başkalarını suçlamayı bırakmamız gerek artık. Şu an Türkiye sinemasında daha başka problemler var. İki seçenek olarak var olmaya çalışıyor; komedi ve son zamanlarda giderek artan korku türündeki filmler. Bunlar da gişe kaygısından kaynaklanıyor. Bunun karşısında da köy filmleri var ancak bunlar da 5 bin seyircinin üstüne çıkamıyor dediğim gibi. Bizim bu konuda daha çok çalışıp dağıtımından tanıtımına her şeyine efor sarf edip, nitelikli çalışmalarla ortalamanın üstüne çıkmamız gerekli. Yoksa ileride Youtuber’ların ürettiği çoğu içi boş içerikli işlerin sahte medya ve reyting planlamalarıyla bir çıkış yakalayıp kendi filmlerini yapmalarıyla karşı karşıya kalacağız. Üstelik bu bahsettiğim isimler gerçekten yorulmadan çalışıyorlar. Bizde ise filmi yaptık bitti durumu oluyor. Bu durum oyuncularda da var mesela. Filmi çektim bitti artık bir şey yapmama gerek yok diyor. 

Oyuncuların da yazması, kamerayı eline alması veya belirli konseptler yaratarak çok daha kaliteli anlatılar ortaya koyması gerekli. Aslında hangi disiplinden olursa olsun sanatçı veya aktarıcı elini bir şeylerin altına sokmazsa onun yapması gerekeni başka birisi yapıyor ve bu durumun kalitesi de ortada oluyor.  Bu konuda da fikirlerinizi almak isterim.

Mu Tunç (Arada): Buna kesinlikle katılıyorum. Seyirciye de bu anlamda çok iş düşüyor. Bir filmi izlediğinde ve bu hoşuna gittiğinde kendine saklamak yerine paylaşmalı, duyurmalı ve başka insanların da bundan haberdar olması için çabalamalı. Çünkü bu toplumda benim değiştirebileceğim, yapabileceğim bir şey yok dediğin noktada problemler başlamaya başlıyor. Hiçbir şey yapamıyorsan en azından beğendiğin bir şeyi paylaş, beğen veya ondan bahset. Bizde genelde uzak durmak “cool” olmak gibi anlaşılıyor. Değil ama işte, iletişim kurmak ve etkileşim halinde olmak gerekli. Ve ben bu yeni sinema bakışıyla çok şeyin değişeceğine inanıyorum. Bir de sinemanın bu kadar geniş bir anlatısı olurken en sinirlendiğim şey filmimin halen festival veya gişe filmi olup olmadığının sorulması. İkisi de değil sadece iyi bir film yapmaya çalıştım ve takdir de seyircinin. 

Hazır konusu açılmışken bu da sormak istediğim bir şeydi; artık arthouse veya gişe filmi tarzı olarak filmleri ikiye ayırmak da mümkün değil. Çok popüler bir Hollywood filminin arthouse anlatısından, aynı şekilde arthouse bir filmin Hollywood’un dinamik ve çarpıcı bazı teknik unsurlarından yararlandığı görülüyor. Sizler bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Mu Tunç (Arada): Benim de farkettiğim bir şey bu. Hollywood’un son Volverine filmi Logan bence bir Nuri Bilge Ceylan filmi gibi çekilmişti.

Emre Erdoğdu (Kar): Kesinlikle. Logan hatta geçtiğimiz yılın en iyi beş filminden biriydi.

Mu Tunç (Arada): Bence de öyle.

Emre Erdoğdu (Kar): Berlin Film Festivali’nin açılış filmiydi hatta.

Mu Tunç (Arada): Filmlerde ünlü oyuncu oynatmak veya popüler ögelerden yaralanmak onu sıradan bir gişe filmi yapmaz. Bu malzemelerle bir üslup sahibi olmak ve nitelikli bir şeyler anlatmak önemli. Biz de bunu yapmaya ve bu dinamiği yakalamaya çalışıyoruz. 

Sanırım Türkiye’de bunun en iyi örneğini yakın zamanda Aile Arasında filminin popüler birçok ögeden faydalanıp insanlarla dalga geçmeden veya ötekileştirmeden zeki bir komedi ortaya koymasıydı. 2000’lerde başlayan kalitesiz komedi filmleri furyasını sonlandırmak, anlaşılmama korkusu olan tüm yönetmen, senarist ve oyuncular için de umut vaadedici oldu. Üstelik milyonlarca seyirciye de ulaşabildi. Bu tür gelişmeleri nasıl yorumluyorsunuz?

Emre Erdoğdu (Kar): Evet fakat Nuri Bilge Ceylan sineması da birçok yönetmen açısından sonra yanlış anlaşıldı. Onun anlatısına veya içeriğine odaklanmak yerine yanlış anlaşılmış bir durağanlık furyası patladı ve birçok yönetmen de başarısız, sıkıcı işler çıkarmaya başladı. Elbette bu vesileyle çok da iyi yönetmenler çıktı. Ek olarak 95 sonrası doğumluların iyi işler çıkaracağını ve Türkiye sinemasının altın çağına girdiğini düşünüyorum.

Mu Tunç (Arada): Türkiye’deki önemli yazarların da fikri; Türkiye şu anda sinemada altın çağını yaşıyor. Toronto Film Festivali’ne gittiğinizde Türkiye dediğinizde artık başka bakıyorlar. Cannes Türkiye’ye gelip film bakıyor. Bunun sebebi de bizden önceki yönetmenlerin çalışmaları dahilinde açtıkları yoldan kaynaklanıyor. Günün sonunda bizlerin yarattığı bu enerjiye seyircinin yaklaşacağını düşünüyorum ve bizim de enerjimizi sürekli korumak durumunda olduğumuzu.

Zeynep Köprülü (Dans Eden Kızlar): Bu da sanırım en önemli şey. Yani karamsar bir noktada olmak istemiyorum ama sürekli enerjiyi korumak gerçekten zor ancak önemli.

Mu Tunç (Arada): Ben mesela filmimin casting’ine kadar kendim yaptım, böyle olunca filmle ilgili her şeyi çözüyorsun, herkesi motive ediyorsun. Çekime bir hafta kala ameliyat olmak zorunda kaldım ve değneklerle çektim filmi. Dolayısıyla yılmıyorsan yılmıyorsun. 

Zeynep Köprülü  ©Nazlı Erdemirel

Auteur kendi sinema dili, bir üslubu olan yönetmendi ancak şimdilerde auteur olmak için sanat yönetimi, color, kurgu yapmak yetmediği gibi jenaratörü de sırtlayıp taşımak gerekiyor seti toparlamak için. Siz ne düşünüyorsunuz?

(Gülüşmeler)

Bahar Kılıç (Başka Mevzu): Bu bir Türkiye geleneği haline geldi. İyi bir görüntü yönetmeni için iyi bir senaryoya gerek var. Bu aynı zamanda oyuncunun da rolünü kavraması için gerekli. İyi bir yönetmen ne anlatmak istediğine karar vermeli mesela ve bunu aktarmalı. Yani bu bir kolektif iş ve biri eksik olduğunda işlerde aksamalar oluşuyor. Öte yandan gerçekten yapımcı neredeyse yok. Yapımcı sadece parayı veren ya da bulan kişi değil bence. Yönetmenin kafasındakini gerçeğe dönüştürebilecek kreatif bir kısım olarak bulunmuyor çoğu zaman. Yapımcı yönetmenin fikirlerine yol açar ve alternatifler üretir. Biz yapımcısı olmayan bir sinemayız. Yapımcı seni rahatlatır ve eğer yapımcın varsa yönetmen olursun. Biz her şeyi yapıyoruz. Bu da gerçekten bir şekilde konuşulması gereken bir konu. Çünkü bir bakıyorsun yapımcılar da yönetmen olmak istiyor. Veya başka bir departmandan, örneğin görüntü yönetmeni veya senarist de yönetmen olmak istiyor. Sanki ulaşılabilecek en üst mertebe gibi.  Ama öyle değil iyi bir görüntü yönetmeni işinde iyi olur ve bunu sürdürebilirse veya senarist de işinde iyi olursa bu iş öyle kolektif olarak başarılı bir şeye dönüşür.  

Tufan Taştan (Söz Uçar): Bana göre yönetmen olmaktan ziyade asıl olan bir hikâye anlatıcısı olmak. İlla bir konu üzerinde uzmanlaşmak ya da film yönetmeni olmak değil. Film yönetmeni olabilirsiniz eğer bir hikâye anlatıcısıysanız. Sosyolojiden veya felsefen geliyor olabilirsiniz zaten sinemayı sosyal bilimlerden ayrı düşünmek imkânsız. Eğer aktarmak istediğiniz bir şey varsa ve hikâyenizin ilginç olduğunu düşünüyorsanız bunu ifade etmek için denemelisiniz. Sonra anlatı ve üslup geliyor. Deneysel veya videoart ne yapıyorsanız bir anlatı biçiminizin olması gerekiyor. Sonrasında zaten anlattığınızı seyirci bir şekilde kendi dünyasında yorumluyor ve ne kadar geçip geçmediği de onlara kalan bir durum oluyor. 

Tufan Taştan ©Nazlı Erdemirel

Biraz da oyuncu yönetiminden bahsetmek gerekiyor. Kar filmindeki oyunculuk performansları oldukça doğal ve tutarlıydı mesela. Oyuncularla çalışırken nasıl süreçler geçirdiniz?

Emre Erdoğdu (Kar): Biz ilk önce provaya girdik ve uzun bir süre prova yaptık. Hazar’ın (Ergüçlü) rolü hakkında ne düşünüyoruz diye kapandık mesela. Öte yandan Halil (Babür) bence Türkiye’nin önemli oyun yazarlarından ve çok şey öğrendim ondan. Beraber çalıştık, fiziksel çalışmalar yaptık ve zaten cast seçimini de doğru yaptığımız için kendi bulduğumuz birtakım çalışmalarla bu duruma geldik. Sete girmeden önce oyuncu yönetimi ile ilgili çok şey bildiğimi düşünürdüm ama anladım ki hiçbir şey bilmiyormuşum. Her şey set sırasında o anda gelişti ve bu süreçte çok fazla şey öğrendim. Şimdi ikinci filmime başlayacağım mesela, inanılmaz sabırsızım öğrendiklerimi uygulamak için. Çünkü ben kamera ve kurguyu önemseyen bir yönetmendim ama anladım ki muhteşem bir kanal daha var; oyunculuk… Bir yönetmen oyuncularına hep açık olursa çok şey öğrenebilir. Bu yüzden hepsini tek tek dinledim ve ne düşündüklerini öğrendim. Böyle bir alışverişle ilerleyince zaten sonuç istediğiniz gibi oluyor. Yani bir yönetmen olarak tanrı gibi olmak yerine set dışında da oyuncularla birlikte zaman geçirdik ve hiç ayrılmadık. 

Mu Tunç (Arada): Benim cast seçimim ve denemelerim daha farklı oldu mesela. Filmdeki bazı oyuncular gerçekten o haliyle filmde bulunuyor ve bazıları oyuncu değil. Ya da filmde de göreceksiniz uzun bir konser ve parti sahnesi var, o sahne bir sürü gerçek punkçı ile çekildi ve o anda herkesin müziğin ritmine kendini kaptırdığı anda kalabalığın içine kamerayla girip çektim. Kamera neredeyse kırılıyordu ama o sahneyi başka türlü çekemezdim. Planlı ya da kurgulanmış bir sahne değildi. Burak’ın (Deniz) da oyuncu olarak oldukça doğal ve o anki reaksiyonlarıyla çekilmiş bir sahneydi. 

Zeynep Köprülü (Dans Eden Kızlar): Biz sahneyi çekmeden önce çok fazla prova yapma fırsatı bulamadık. Elbette üstüne konuştuk bir fikrimiz vardı ama çekim başladığında her şey kendi akışında ortaya çıkmaya başladı. Bir anda o arkadaşlık doğal tepkilere dönüşmeye başladı ve ortaya çıkan performans bizim daha da hoşumuza gitti. 

Dans Eden Kızlar

Bu soru biraz da bizim sinemamızın ve kültürümüzün kitlelere yayılması adına. Uzun süredir dışarıdan gelen kültüre maruz kalmış bir toplum olarak kendi ekonomimizin gelişmesi veya dünyada tanınmamız için kültürümüzün yayılması ve belki biraz öne çıkarılarak özendirici olması gerekli diye düşünüyorum. Yönetmen olarak kendi kültürümüzü aktüel bir konuma taşımak ve pratikte yepyeni, sevilebilir bir duruma dönüştürmek adına yaklaşımınız nasıl olurdu? 

Mu Tunç (Arada): Kültürü diretilen bir güç gibi göstermek yerine onu diğer kültürlerle bir diyaloğa sokmak gerekli diye düşünüyorum. Doğu toplumlarındaki en büyük sıkıntı ona yöneltilen kültürü bir tehlike olarak görüp karşısında bir argüman üretememesi. Burada ona yöneltilen kültürü alıp, kendi kültüründe işleyip tekrar karşı tarafa çok güzel bir biçimde iletebilir. Örneğin bizim folk kültürümüzü veya bir dans figürümüzü alıp Batı’nın anlayabileceği bir belgesel filme dönüştürdüğünüzde bunu çok güzel bir biçimde aktarabilirsiniz. Ben kendi filmimde de bunu yapmaya çalışıyorum aslında. 88-89 yıllarından daha önce punk kültürü yok Türkiye’de. Bu yıllarda başlamış bir kültürü alıp bu coğrafyada neye dönüştüğünü ve buradaki yansımalarını gösteriyorum. Bunu da belgelerle yapıyorum. 

Zeynep’in filminden bahsetmek istiyorum. Son zamanlarda çok uzun cümlelerle anlatılabilecek ancak birçok insanın zihninde belirli bir his yaratan yeni duyguların keşifleri ve ifadeleri araştırılmaya başlandı. Örneğin; yazın tatil yaptığın beldede Eylül ayına girerken herkes şehre dönmeye başlar ve ebeveynlerin biraz daha kalmak istediği için, şehre dönen arkadaşlarının içinde yarattığı yalnızlıkla, o beldenin artık senin için eski canlılığı kalmaz. Dans Eden Kızlar da birçok insana bir şey ifade eden benzer bu duyguyu tek bir cümlede toparlamaya çalışan bir film gibi geldi bana, sen ne düşünüyorsun?

Zaten filmi tasarladığım zamanlarda bir hisse odaklanmaya çalıştım. Amacım bir histen yola çıkmak ve bu hissi iletmeye çalışmaktı. Böyle çok fazla olay örgüsü, aksiyon ve neler olacak gibi şeylere odaklanmak yerine tamamen çok sade bir film yaratarak izleyiciye bir hissi anlatmaya çalıştım. O da iki arkadaşın gitmekle kalmak arasındaki hissini ortaya çıkarmayı amaçlıyordu. Bir arkadaşının gidişini kabullenemeyiş ve ortaya çıkan sonuçla birlikte tamamlanan bir döngüyü öne çıkarmayı amaçlamıştım. Bu anlamda evet Dans Eden Kızlar bir his, bir duyguya odaklanan bir film.

Son olarak yeni Türkiye Sinemasıyla ilgili gözlemlediğiniz problemlerden veya kişisel öneri ve fikirlerinizden bahsedebilir misiniz?

Bahar Kılıç (Başka Mevzu): Yapımcı problemi, kesinlikle söylemek istediğim bu.

Zeynep Köprülü (Dans Eden Kızlar): Bir de dağıtımcı probleminden söz etmeliyiz. Yani festivale girmek ayrı problem, vizyona girmek ayrı bir problem. Bu anlamda bir dağıtım problemi olduğundan söz etmeliyiz sanıyorum.

Başka Mevzu

Mu Tunç (Arada): Ben Türkiye sinemasında dağıtımcı ya da yapımcı probleminden kaynaklı bir sorun görmüyorum. Şu an Türkiye’de daha önemli problemin insanların sinemayla olan ilişkisi olduğunu düşünüyorum. İnsanların sinemaya gitmesi gerektiğini düşünüyorum ve bakıldığında entelektüel seviyesi yüksek çoğu insanın sinemalara gitmediği görülüyor. Daha çok halk dediğimiz seyircinin salonları doldurduğu ve entelektüel seyircinin hangi filmin nerede ne zaman vizyona girdiğinden bile haberinin olmadığı görülüyor. Veya filme gittiklerinde de o filmden bahsetmiyorlar. Bu da apayrı bir problem. İnsanların izlediği, beğendiği filmlerden bahsetmesi ve daha çok kişiye ulaştırması gerektiğini düşünüyorum. Bazen Türk filmine gittiğini söylemekten çekinen, giderse “cool” görünmeyeceğini düşünen insanlarla da karşılaşıyorum. Ancak yabancı filmlere gittiğinde bahsetmekten çekinmiyor ve bu da bana biraz saçma geliyor. Türk filmlerine gitmek kesinlikle “cool” bir şey ve insanların da bunu böyle görmesi gerektiğini düşünüyorum. Bahsettiğim seyirci de iyi eğitimlerden gelip sanatla ilgilenmeyen ancak bu tarz yeni Türk filmlerine baktığında bir şeyin ifadesini bulabilecek olan seyirci. Artık dünyada insanlar buluşup bir araya geldiğinde, arkadaş veya flört olarak farketmez, o hafta izlediği film hakkında kritik yapıyor. 

Emre Erdoğdu (Kar): Benim de son zamanlarda en çok takıldığım nokta film yapmayı aşırı derecede önemser bir hale gelmemiz. Elbette belirli zaman aralıklarında senaryosunu yazıp oluşturan yönetmenler vardır ama bir senaryoyla bir sene boyunca uğraşıp, tekrar onu düzenleyip ardından ortak yapımcısı, görüntü yönetmeni, ardından o filmi satılır bir formata dönüştür derken 3-3.5 sene geçiyor üstünden. Dolayısıyla benim anlatacağım olayın aktüelliği kalmadığı gibi yönetmen olarak hevesim de kalmıyor. Tabii işin tüm sorumluluğunu üstüme alıp çekmeye kalktığımda üç ay gibi bir sürede bir filmi tamamlayabiliyorum. Anlıyorum ki film çekmek o kadar kutsallaştıracak veya büyütülecek bir şey değil. Bu yüzden artık film yapmanın normal bir şey olarak görülmesini istiyorum. Yönetmenler de böyle baktığında sinemayı bunun kurtaracağını düşünüyorum. 

Tufan Taştan (Söz Uçar): Tüm bunlara katılmakla birlikte benim de en büyük endişem uzmanlaşma ve konuyu kalıplaştırmak. Süre engeli ve oto sansür de eklemek istediklerim arasında. 

0
14086
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage