23 ŞUBAT, CUMA, 2018

Bir Cadı mı Olacaksın Yoksa Bir Keçi mi?

Dünya prömiyerini Cannes Film Festivali’nde yapan, ülkemizde ilk kez 17. !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali kapsamında gösterimi gerçekleşen I Am Not A Witch (Ben Cadı Değilim), küçük bir kız çocuğunun cadılıkla suçlandığı trajik hikâyeyi anlatıyor.

Bir Cadı mı Olacaksın Yoksa Bir Keçi mi?

Rungano Nyoni’nin senaryosunu ve yönetmenliğini üstlendiği I Am Not A Witch, yetim kalan 9 yaşındaki Shula adındaki kız çocuğunun cadı olmakla suçlanması üzerinden bugün hâlâ devam eden cadı kamplarına dikkat çeken ve bunun temelindeki olgulara sert eleştirilerde bulunan bir film. Kendisi de bir Zambiyalı olan Nyoni, ilk uzun metraj denemesi olan bu filmle Adelaide, Toronto, London, British Independent Film Awards gibi dünya çapında pek çok festivalde ses getiren işlerden birine imza attı. Filmini Gana ve Zambiya’daki cadı kamplarındaki kadınlarla yaptığı röportajların ardından ortaya çıkaran Nyoni, cehaletin ve kötülüğün esir ettiği bu kadınların hikâyelerini, birinci ağızdan edinen gerçekçi bir kurgu ile ortaya koyuyor.

​Bir tur otobüsünün içerisinde açılan sahne ile film, bizi bir yolculuğa çıkartacağının ilk emarelerini sunuyor. Hikâyenin ipuçlarını veren bu görüntü Vivaldi’nin Four Seasons eserinin Winter konçertosu ile vuruculuğunu arttırıyor. Bu parçayı filmin pek çok yerinde tekrar tekrar duyacaksınız. Sahne yerde yan yana dizilmiş, sırtlarından kurdeleyle makaralara tutturulmuş bir düzine yaşlı kadının kendilerinden geçmiş vaziyetteki hareketlerini izleyerek devam ediyor ve bütün bu görüntülerin geçtiği yer bir cadı kampı. Bugün hâlâ Gana ve Zambiya gibi Afrika’nın bazı bölgelerinde varlığını sürdürüyor bu kamplar. Turistler, kampları ziyaret etmek için oralara kadar geliyor ve büyücülük yaptıklarına, uçtuklarına inandıkları bu “cadı”larla hatıra fotoğrafları çektiriyorlar. Rungano Nyoni filminde kötülüğün ve ötekileştirmenin acımasız hâllerinden birini sunarken, korkunç bir fenomen olan cadı kamplarını da trajikomik ögelerle hicvediyor. 

Cadı kampları bu toplumlarda istenmeyen bireyin ortadan kaldırılması anlamını taşıyor. Eşinin, ailesinin, mahallenin istemediği ya da yaşlı oldukları için yük olarak görülen kadınlar büyücülükle suçlanarak kamplara gönderiliyor. Arka planı oldukça kötücülken ön planda savunulan görüş: Halkı onlardan, onları halktan korumak. Çünkü cadılar bu kamplara kapatılıp, kurdeleyle bağlanınca uçup insanlara zarar veremiyor, halk da bu alanlara girip cadılara saldıramıyor. Cadılık ve büyücülükle suçlanan kadınlar da hayatta kalabilmek için dört kolla bu kimliğe sarılıyorlar yani tam olarak “kırk katır mı kırk satır mı?” durumu… Öyle ki sadece onları suçlayanlar değil kendileri de buna öylesine kapılıyorlar ki bir eşikten geçerken kötü ruhları geride bırakmanın telaşını taşıyorlar.

Film, tarihin en eski çağlarından beri süregelen kadın düşmanlığının en güçlü suçlamalarından biri olan “cadı”lık kavramına, yabancı düşmanlığına, ötekileştirmeye, siyasete ve batıl inançlara karşı sert bir eleştirinin hakimiyetinde kuruluyor. Siyasi kanattaki hiyerarşi ve zorbalık, sosyal medya takıntısı (cadı kampına gelen kadının kafesteki Shula ile selfie çektikten sonra mutlu olacağına inandığı diyalog), talkshow’a çıkartılması ve adeta sergilenmesi ve dahası eleştirinin aktarılmasında kullanılan ögelerden birkaçı.

Yetim kalan dokuz yaşındaki Shula’nın hikâyesi, bir kuyudan su çeken ve yolda giderken takılıp düşen kadının bu küçük kızı suçlamasıyla başlıyor. Yetişkin bir kadın olan bu kişi, onu güvenlik güçlerinin önünde bir cadı olarak suçluyor ve ardından camdan giren bir başka adamın gerçek bir olay gibi anlattığı hayali suçlamayla küçük bir kıza karşı yapılan kötülüğün en basit temsilleri atılıyor. Yöneltilen iftiralar sonucu cadı olduğu kararına varılarak yaşlı kadınların olduğu bir cadı kampına gönderiliyor Shula. Getirildiği kampta önüne iki seçenek konuluyor: Bir cadı mı yoksa bir keçi mi olacaksın? Bu noktada ilkel aklın inançları ve açıklayamadığı, önleyemediği korkulara karşı vicdanını rahatlatacağı bir nesne yaratma tutkusu ve bunu bir kazanca çeviren devleti temsil eden bir kurnaz devlet yetkilisi olaya dahil oluyor. Bu durumun aslında bu kadar da basit olmadığını, komplike çalışılan bir sektör haline getirildiğini de gösteren pek çok faktörle karşılaşıyoruz: Komiserin aradığı devlet yetkilisinin yeni bir cadı haberine sulanan ağzı, etnik kıyafetler ve uydurulmuş ritüellerle çıkıp gelen bir cadı doktoru ve cadı kampının da kendi içinde var olan hiyerarşisi, temel yaşamsal hakları elinden alınmış onlarca kadın ve mecbur bırakıldıkları görevleri…

Shula’nın da götürüldüğü bu kamptaki kadınlar birer kurdeleyle makaralara tutturulmuş ve aslında her kadın kadar cadılık maharetine sahip yaşlı kadınlar. Uzunlukları görevlilerin inisiyatifine kalmış olan beyaz kurdeleleri, çalışmak zorunda oldukları toprak işleri ve korkutmak zorunda oldukları turistleri var. Sonuçta bu kadınlar “devlet cadısı” olarak görülüyorlar hatta bunu kanıtlayan bir de şarkıları var söyledikleri. Shula’nın kampa katıldıktan sonra zorlu ve zorunlu görevleri başlıyor ve bundan sonra onu hem koruyan (!) hem de kullanan devlet görevlisi ne isterse onu yapmak zorunda kalıyor. Filmin başında peki bu kadınlar ne yapıyor böyle, neden bu çıldırmış hareketleri yapıyorlar, diyebilirsiniz ama birileri tarafından cadı olmakla suçlanmanın ve başka bir seçeneğin bulunmasının bıraktığı yanılsama bir inanç hali; çünkü ya cadısın ya da kurban. Filmde bu suçla suçlanan bir kadının aşağılamalardan ve linçten asla kurtulamayacağını da devlet yetkilisinin cadı olan eşi aracılığıyla veriyor Nyoni. Kadın, Shula’ya iyi bir cadı olduğu için evlilikle gelen saygınlığa erişme şansını bulduğunu ve eğer her denileni yaparsa onun da bu mükafata erişebileceğini öğütlüyor. Ama o da toplum tarafından makarası görünen her cadı gibi öfke ve linçten kaçamıyor. Bu sahne Shula’nın geleceğe olan inancını yerle bir eden sahnelerden biri oluyor. Nyoni, film boyunca Shula’nın çaresiz ve korkusunu gözlerinde taşıyan masum bir çocuk olduğu gerçeğini asla unutturmuyor. Devlet yetkilisi Bay Banda’nın evine gittiğinde cadı olan eşiyle Shula’nın bir anne - kız  diyaloğu kurmasıyla, Shula’nın dışlanmış çocuklardan oluşan okuldaki mutluluğuyla, kamptaki yaşlı kadınlarla olan büyükanne ilişkisi kurmasıyla -ki özellikle suçluyu yakalarken gerçekleştirdikleri telefon konuşmasında iki tarafın da tatlı saflıklarını gösteriyor- ve Shula’nın dayanma gücünün bir çocuğun dayanma gücü kadar olduğuyla tüm film boyunca bu bilinci diri tutuyor. Tüm bunların yanında kampta bir toplum bilinci ve koruma güdüsü gelişmiş durumda. Örneğin zaten tüm film boyunca korudukları Shula’nın ismini de kampa ilk geldiğinde kadınlar koyuyor. “Evden ayrılmak” anlamına gelen bu isim Shula’nın hem varlığını tanımlayan hem de durumunu temsil eden bir isim.

Rungano Nyoni, eleştirdiği cadılık ve büyücülük suçlamalarının alt yapısındaki sömürüyü de gözler önüne seriyor; bunu çaresiz ve yalnız kalmış bir kız çocuğu üzerinden verirken izleyicinin de duygularını harekete geçiriyor. Shula’ya can veren Margaret Mulubwa, çaresizliğin yarattığı sessizliği ve çocukluğun masumiyetini bu dram için oldukça iyi yaşatan bir çocuk oyuncu. Duygularının yoğunluğunu vücut diline yansıtan ama sakin tavrını da hiç bırakmayan unutulmayacak bir performans sergiliyor. Film, Afrika’nın doğal yapısının aktarılışı ve tüm akış boyunca fotoğrafik ve ayrıntılı olarak çalışılmış sahnelerin bir araya gelmesiyle kuruluyor. Bu noktada görüntü yönetmeni David Gallego’dan bahsetmeden geçmek olmaz. Gallego, iç sıkıntısını hissettiren atmosferle beklenen sona adım adım yaklaştırıyor izleyiciyi. Afrika’nın gerçeklerinden biri ile buluşturan bu film festival boyunca izlediğim etkileyici yapımlardan biri oldu. İnsanın dünyaya geldikten sonra adım adım kötülükle nasıl yoğrulduğunu ve bunun çeşit çeşit tezahürlerinden birçoğunu anlatan I Am Not A Witch’i izleme listenize eklemenizi öneririm. 

0
8422
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle