01 MART, SALI, 2016

Yaralı Paris

Yaşayan bilir, Paris siren sesinden geçilmeyen şehirdir: Gece gündüz demeden her an, her türlüsü kulaklara dolar meydanlarda, ana caddelerde, ara sokaklarda. Olağan koşullarda işin dalgasındadır Parisli: Alarm provası yapılıyorsa “Alman uçakları geliyor”, polis sireni çalıyorsa “kediyi ağaçtan indireceklerdir”…

Yaralı Paris

Bütün büyük, köklü şehirlerin sızısı azalmak bilmeyen yaraları olur geçmiş zamanlarında; hemşerileri unutabilir yara yerlerini, onlar unutmazlar: Kimi gövdelerinde izler bırakmış, kimi derin tabakalardan birine inerek saklanmıştır. Taze olanları başka: Bugün, 9 Aralık 2015, Saint-Médard meydanında bir kahve masasında bu yılın iki gününü düşünen çok sayıda ‘yerli’nin arasına karışmış bir ‘sözde yabancı’, 7 Ocak ve 13 Kasım tarihleri iki ayrı çivi gibi zihnimi, duyarlık perdemi delip geçiyor.

İki tarihte de uzaktaydım, burada olabilirdim. Yaşananları içeride paylaşmakla dışarıdan izlemek arasındaki farkı bilirim. Gelgelelim, barut kokusu hâlâ dağılmamış, kan lekeleri kurumamış, yas dinmemiş: Görüyor, duyuyor, algılıyorum. Açılan yaralar kolay kapanmayacak şehrin ve hemşerilerin belleğinde; ben bile, uzaktan ve dışarıdan tanık, şimdiden fantom ağrı kesitleri taşıyorum tenimde.

Kahvelere, dükkân vitrinlerine, evlerin pencerelerine yapıştırılmış kâğıtların üzerine yazdıkları “Même pas Peur” savsözünü anlıyorum anlamasına, “korkmuyorum bile” demeleri ve diklenmeleri şüphesiz tavırların en doğrusu: Gelgelelim ben korkuyorum. Hayır, korkumun kaynağını bir konser salonunda canlı bombaya, tüttürdüğüm için taraçasında oturduğum lokantada otomatik silâhıyla bulunduğum yeri gözünü kırpmadan tarayacak bir Azrail bozuntusuna denk gelme fikri beslemiyor: Somutluğu tartışılamayacak soyut bir korku türü benimkisi: Köşesinde hazırlanan, sonuna dek imhaya programlı birilerinin kol gezdiği bir dünyada yaşamaktan, yaşamımın geride kalanını onların yarattığı simsiyah bir sisin içinde geçirmekten ürküyorum.

Rus nihilistlerine, XIX. yüzyıl anarşistlerine en hafifinden empati, “unabomber”a en hafifinden sempati duyduğumu bilenler en hafifinden amansız bir çelişki türüne teslim olduğumu söyleyeceklerdir. Hedeflerine bakarak yanlarında durduysam, hedeflerine bakarak yeni saldırganlara hak verenlerden ne ölçüde ayrılabilirim? Nicedir boynueğik, tartıyorum. İnsan, neden sonra, yanılgılarından da yaralanabileceğini anlıyor. 

XXI. yüzyıla, 11 Eylül 2001 günü ölçüsüz bir şaşkınlık içinde girmiştik. O gün bugün yıldırı katsayısı yükseldi, yükseliyor. Yarının bugünü fersah fersah aratacağı şimdiden belli. Pek çok kişi gibi benim için de Breivik vâkâsı bir dönüm noktası oluşturmuştu: Yeryüzünün görünüşte en huzurlu, görece en adil düzenini temsil eden ülkesinde adamın biri adaya çıktı ve ölüm kustu. Artık her yerde her şeyin olabileceğini anlamalıydık, anlayamadık. Aramızdan onu başka türlü anlayan birilerinin (sözgelimi Richard Millet’nin) çıkmış olmasını tepkiyle karşılamanın ötesinde elimizden bir şey gelmemesi hazin durum değil miydi? Bir coğrafyada her gün patlayan canlı bombaları sıradanlaştıran algı mekanizmamız, kendi şehirlerimiz (Oslo, Ankara, Suruç, Paris) hedeflendiğinde o an kirpileşiyorduysa, toparlanmalıydık.

İyi ama kimdik biz? Ne semizlerin cephesine aittik, ne büsbütün eziklerin: Aralarında, iki atış arasında kalmış, bütün olup bitenler bağlamında nasıl bir sorumluluğu olabileceğini kestiremeyen, yarı yarıya aciz bireyler miydik? Öldürmeyi bilseydik, olsun olsun gözden uzak bir noktada, bir otel odasında ya da evin mahzeninde kendimizi öldürmeye kalkışabilirdik.

“İnsan, toplumsal bir yaratık olmakla birey olmak arasında sıkışıp kalmıştır. Bence nemo, yani hiç kimse ya da hiçbir şey olmadığın duygusu hepimizi şiddete ve mantıksızlığa götürebilir. İnsanlık tarihinde, sayısız çılgınlığın ve şiddet eyleminin ardındaki gizli güdü bu, yani senin birisi olduğunu kanıtlamaya duyduğun dayanılmaz tepki olmuştur” — John Fowles’ın yarım yüzyıl önce bir söyleşide yaptığı saptama önünde işkilli, kendimle ve onunla çelişiyorum: Bir, onaylayarak; bir, diklenerek. 

Hiç kimse olmak bile bir şey, zorun zoru hiç kimse olmamak. Homeros’un “outis”inden yola çıkacak olsak, şimdiye gelesiye kaç maske değiştireceğiz bilemeyiz, ama modern dönemde çoğalır aynada karşımıza çıkmasından çekindiğimiz sûret çeşitlemeleri: De Chirico’nun boş yüzleri, Pessoa, Odradek, Beckett’ten Blanchot’ya ilerleyen adlandırılamayan ve ötesi: Dipsiz kayıplar kataloğu. Bu kayboluş başka ama: ‘Öteki’lere bırakalım bulaşmayı, onlarla buluşmayı yadsımayı temel varoluş çetelesi kılmış, kişi-ötesi kişilerle bir tutulamaz “nemo”lar.

Son çareye kilitlenmeleri her şeyin göstergesi. Kendi yok oluşlarını ötekileri(ni) yok etmek üzerinden bir biçime oturtmak istiyorlar: Canlı bombada canlı olan tek şey bomba gerçekte.

Yaşayan bilir, Paris siren sesinden geçilmeyen şehirdir: Gece gündüz demeden her an, her türlüsü kulaklara dolar meydanlarda, ana caddelerde, ara sokaklarda. Olağan koşullarda işin dalgasındadır Parisli: Alarm provası yapılıyorsa “Alman uçakları geliyor”, polis sireni çalıyorsa “kediyi ağaçtan indireceklerdir”, ambulanssa “biri şişenin dibini bulmuştur” minvalli sessiz konuşma balonları doldurarak işlerine bakarlar. 2015 sonu durum farklı: Ses başlar başlamaz, gözbebeklerini kaplıyor kaygılı soru işaretleri. Herkesin içinde bir telâşlı bekliyor erketede, onu uyku tutmuyor. 

Uykusu kaç(ırıl)mış bir şehirde yaşayan her hemşerinin hissesine az çok pay düşer. Ben ki kendimi kırk yılı aşkın süredir yabancı hemşerisi sayarım, payımın bileşkenleri arasında geçmişin kanlı günleri de yer tutsa bile, asıl ait olduğum zamanın dilimleri içinde yüzerim: Saint-Barthélemy gecesinden, giyotinli günlerden, 1848’den ya da 1871’den, 1940’dan ya da 1952’den çok, 1958’den 2015 sonuna uzanan kesitle. Şimdi ama, bundan önce yaşamadığım bir kâbus türünün üstüme çöktüğünü algılıyorum: İlk kez birazdan, yarın, önümüzdeki ay, bir sonraki gelişimde olacaklar biniyor ruhumun dibine: Öğle sonrası siesta için uzandığım yatakta zihnimde biri birine karışıyor makaralar, sesler üst üste biniyor, sinsi derin bir alarm uğultusu sinmiş şehre, patlayıcı yüklü çok sayıda drom’la Bibliothéque Mitterand’ın kitap-kulelerine saldırılmış, kucaklarına elyazmalarını doldurarak üst katlardan atlıyor kütüphaneciler, alevler hızla yutuyor rafları, birkaç kilometre ötede lav silâhlarıyla Orsay’e dalmışlar, kavrulan tabloların ortasından geçiyorlar, Orangerie’de bir Klee’nin üstüne bir Matisse fırlatıyor gamalı haçlı üniformalı birileri, bir top mermisi delip geçiyor Monet’nin nilüferlerini, gökyüzüne simsiyah, ağır bir koku saçan dumanlar tırmanıyor, ses ortakulağımda yükseldikçe yükseliyor.

Birden sıçrıyorum. 

0
4765
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Advertisement
Geldanlage