26 NİSAN, SALI, 2016

Venedik’te Ölmeye Yatmak

Bir şehir en çok ne zaman çarpar bize? Ne zaman içimize işler, ne zaman soluklanmaları bizimkine karışır? Şehirleri anlatan romanlar çok, ancak içlerinden bize en çok işleyenleri kuşkusuz aynı zamanda unutulmaz aşkların da anlatıldığı eserler… Bu romanlarda şehirler birer arka plan olmaktan çıkıp ana kahramana dönüşürken, romanın merkezindeki âşıklar misali, bir şehre de sevdalanabilmenin mümkün olduğunu gördük. Edebiyatta aşk ve şehrin izini sürüyoruz.

Venedik’te Ölmeye Yatmak

Dünyada hakkında en çok roman yazılan şehirlerden biri Venedik. Bu rüyalardan çıkmışa benzeyen, su ve kanallar şehri, romanlarda da hep puslar içinde, gölgeli ve çökmekte olan bir yer olarak anlatılır. Maskeli karnavalların şehrinde gizem ve gerilim de eksik değildir. Roman kahramanları da Venedik’e çoğunlukla ölmeye giderler; bu ister bilinçli bir seçim, ister kaderin oyunu olsun. Henry James, Venedik’i “kalbi kırıklar ve avuntu arayanlar için bir sığınak” olarak adlandırırken; Gore Vidal, bunun üstüne, “kırmak için kalp arayanların şehri” yorumunu eklemiştir.

Sokaklarında rahatça yürüyemediğiniz bir kente gerçekten âşık olamazsınız ve Venedik de nispeten küçük bir şehir olmasına rağmen onun için pekâlâ yayalar için tasarlanmış en büyük şehir denebilir. Belki büyük değildir ama her köşede değişen farklı atmosferi ve detaylardaki zenginliğiyle keşfetmek için uzun zamanlar geçirmenize neden olur. Kısacık bir yürüyüş bir bakmışsınız günlere yayılır ve siz labirent gibi sokakları içinde dolaştıkça onun gittikçe daha çok kalbine inme dürtüsüyle bir esriklik içinde yürür ve yürürsünüz. Tıpkı sirenlerin büyülü seslerine karşı koyamayan denizciler gibi…

Venedik’in tüm bu özelliklerinden etkilenen ve hakkında eserler yazan çok sayıda yazar var ama belki de hiçbiri Thomas Mann ve kısa ama son derece etkileyici romanı Venedik’te Ölüm (1912) kadar hafızalara kazınmamıştır. Mann’ın aslında eşiyle birlikte çıktıkları bir Venedik yolculuğunda yaşadıkları gerçek anılarına, daha sonra eşinin tanıklığına göre, birebir dayandırdığı bu novellanın kahramanı olan ünlü yazar Aschenbach karakterini ise Gustav Mahler’den esinlenerek yazmıştır. Öyküde yorucu bir çalışmanın ardından gerilimlerinden kurtulmak için Venedik’e giden Aschenbach, genç Polonyalı Tadizo’nun olağanüstü güzelliği karşısında büyülenir. Salgın hastalık kenti sarınca da, tutkularına yenilerek, kaçmak yerine ölüm arzusuna teslim olur. Aşkın ve ölümün romanında, yaşlı kahramanın Venedik’le özdeşleştiğine ve aynı onun gibi gittikçe ölüme doğru gittiğine tanık oluruz. Genç Tadzio ise güneşin altında ışıl ışıl parlayan Lido plajı gibidir. (…) Tadzio yüzüyordu. Çocuk geri döndü, karşı koyan suları ayaklarıyla çırpıp köpürterek, geriye atılmış başıyla koşa koşa dalgaları geçti; bu canlı varlığın, buluğ çağının edası ve burukluğu içinde, gökle denizin derinlerinden gelen narin bir tanrı kadar güzel, sular sızan perçemleriyle dalgalardan çıkışını, sıyrılışını seyretmek, insana mitolojik düşünceler esinliyordu.

Şehir nasıl suların altına doğru yavaş yavaş batmaktaysa, Aschenbach da aynı şekilde tutkusunun altında ölüme doğru çekilmektedir. Onu şehrin karanlık kalbine doğru çağıran Sirenler, Tadzio’nun suretine bürünmüştür adeta. (…) Venedik içinde yapacakları gezintide gizlice onların peşinden giderdi. Bir yerde oyalanacak olsalar, o da durmak zorunda kalır, geri dönseler geçip gitmelerini beklemek üzere aşevlerine, avlulara sığınırdı. Bazen onları gözden kaybeder, soluk soluğa ve bitkin, köprülerde, pis çıkmaz sokaklarda onları arar, saklanacak bir yeri olmayan dar sokaklarda ansızın onlarla karşılaştı mı, dakikalarca süren ölüm korkuları yaşardı. İşte kafası karışık bu adam, kendisini tutuşturan nesneyi aralıksız izlemekten, gözden kaybettikçe hayaliyle yaşamaktan ve tıpkı âşıklar gibi gölgesine aşk sözleri söylemekten başka bir şey bilmiyor, bir şey istemiyordu.”

Thomas Mann’ın Tadzio’nun peşindeki yazar kahramanıyla birlikte bizi de Venedik’te sokak sokak meydan meydan dolaştırdığı Venedik’te Ölüm gibi; Ian Mc Ewan da Yabancı Kucak (The Comfort of Strangers) (1981) adlı romanında bu kez artan bir gerilim ve korku duygusuyla bizleri ara sokaklara sürükler. Mc Ewan’ın psikolojik geriliminde yine başrolde Venedik’in kanalları yer alır. Şeytan ruhlu bir kadın ve erkeğin elinde oyuncak olan genç ve sevimli bir çiftin hikâyesi ilerledikçe şehrin pusu da kalınlaşır. Henry James ise her zamanki görkemli üslubuyla, Güvercinin Kanatları (The Wings of The Dove) (1902) adlı romanında, bizi yalnızca Venedik’in sokaklarında dolaştırmaz, o göz alıcı palazzoların içine sokar ve burada verilen şaşalı baloları da anlatır.

Dişi bir kent: İskenderiye

İskenderiye denilince akla önce Kavafis gelir. Bu Yunan asıllı ve aslen İstanbul doğumlu şair, hayatının büyük bir bölümünü geçirdiği şehre büyük bir tutkuyla bağlanmış ve ona defalarca dönmüş, son nefesini de sevgili şehrinde vermiştir. Az sayıda ve damıtarak yazdığı şiirlerinde özellikle eski uygarlıkları, tarihi konuları ve İskenderiye’yi işlemeyi seven Kavafis’in en ünlü şiiri olan Kent (1910), farklı okumalara açık olsa ve bir sevgiliyi unutamamak şeklinde yorumlanabilecek olsa da, şair asıl olarak İskenderiye’ye duyduğu tutkusunu yansıtır şiirinde…

“Başka diyarlara, başka kentlere giderim, dedin.

Bundan daha iyi bir kent vardır bir yerde nasıl olsa.

(…) Yeni ülkeler bulamayacaksın, bulamayacaksın yeni denizler.

Hep peşinde, izleyecek durmadan seni kent.

Dolaşacaksın aynı sokaklarda.

Ve aynı mahallede yaşlanacaksın ve burada, bu aynı evde ağaracak aklaşacak saçların.(…)

İlginç olan Kavafis’in ününü asıl olarak başka yazarlara borçlu olmasıdır. Onun İskenderiye şairi olarak tanınması E.M. Forster’ın İskenderiye üzerine yaptığı çalışması ve Laurence Durrell’in yazıldığı andan itibaren fırtınalar koparan İskenderiye Dörtlüsü (Alexandria Quartet) (1957 – 1960) adlı romanlarından sonra olmuştur. Kavafis de bu dörtlemede yer yer şehrin şairi olarak yer alır. 

İskenderiye

II. Dünya Savaşı öncesi ve sırasında İskenderiye’deki bir grup insanın arasında yaşananların öykünün asıl kahramanı ise İskenderiye’nin kendisidir. Doğuyla batının değerlerinin kaynaşıp, kendine özgü bir yaşamı doğurduğu İskenderiye, türlü özellikleriyle; bazen göz alıcı güzellik ve neşede, bazen baştan çıkarıcı ve erotik, bazen de gizemli ve öldürücü yönleriyle dörtlünün en önemli kadın karakteri olan Justine’de ete kana bürünür, şehir ve kadın iç içe geçerler. (…) Justine’in gerçek bir İskenderiyeli olduğunu anladım; yani o ne Yunan, ne Suriyeli, ne de Mısırlı’ydı, hepsinin karışımı bir melezdi. Justine, insansal olmayacak denli güçlü ve hesaplı bir istemin izdüşümünün tutsağı olduğumuzu söylerdi – kendine örnek diye seçtiği insanların çevresine İskenderiye’nin fırlattığı çekim alanının.

Romanın baş karakteri olan İrlandalı yazar Darley, Justine’e duyduğu tutkulu aşk ve İskenderiye’de yaşadıklarından sonra bir Yunan adasına inzivaya çekilmiş, burada bir yandan öğretmenlik yapmakta, bir yandan da anılarını yazmaktadır. İşte bu anılar ekseninde izlediğimiz öyküde yazarın tutkuyla peşinden sürüklendiği Justine, diğer renkli karakterler ve şehir çıkar karşımıza. Şehrin en zenginlerinden Nessim’le evli olan Justine, güzel olduğu kadar da gizemli bir kadındır. Darley hem Justine’in hem de kocası Nessim’in dostu olur. Onlar aracılığıyla şehrin hem sosyetik hem de entelektüel çevreleriyle tanışır. Yazar kahramanımız derin bir dostlukla, tutkulu bir âşık arasında gidip gelen ilişkileri boyunca, hem Justine’in hem de şehrin sürprizlerle dolu yaşantısının içinde sürüklenir. Aynı anda hem şaşa dolu zenginlerin hem de şehrin en fakirlerinin yaşamına tanık olur. (…) Keşke ben de bu sokaklardan El Bab kahvesine benimle buluşmaya gelirken Justine’in geçtiği gibi korkusuzca, dimdik geçebilseydim. Yıkık kemerin yanındaki kapı sundurmasına oturur, birbirimize yüreklerimizi açardık.

Güzel bir kadının ayak izlerinin peşinde biz de İskenderiye’nin tül tül açılıp gizemlerini sergileyen bazen de sımsıkı gizleyen dünyasıyla tanışırız. Hem Justine hem de kent sırlarını kapıların ardına saklar. Adeta Thomas Mann’ın Venedik’iyle İskenderiye, ele geçirilemeyen Tadzio ile de Justine yer değiştirmiştir. Ancak tek farkla, çok daha dişi bir kent vardır karşımızda, tıpkı Justine gibi! (…) – Justine’in bize ihtiyacı olabilir. Benimle gelir misiniz? dedi. Kaleye varınca aynı yoldan geri dönüp Tatwig sokağının arkasındaki sıkışık kenar mahallelere saptık, arabanın sarı ışıkları karınca yuvası tepelerini andıran kahve haneleri, kalabalık alanları alışılmamış bir parlaklığa boğuyordu; dökük saçık evlerin yakın siluetinin gerilerinden bir cenaze alayının kulak tırmalayıcı çığlıkları geliyordu. Arabayı caminin yanındaki dar bir sokağa bıraktık. Oradan avlu gibi karanlık bir yere çıkılıyordu, avlunun çevresi kerpiçten yapılmış, sıvaları dökük bakımsız evlerle sarılıydı. Bir ara duraklayıp çakmağını yaktı ve sönük ışıkta kapılara bakmaya başladık. Dördüncüsünün önünde çakmağını kapatıp kapıyı yumruklamıştı. Yanıt alamayınca itip açtı.

E. M. Forster’ın Manzaralı Bir Oda’sı ise bizi ilk gençlikte yaşanan bir aşka, gençliği anımsatan Floransa’nın ilkbahar günlerine götürür. Romanın kahramanı olan Lucy, kuzeni Miss Bartlett'ın refakatinde İtalya'nın müzeleriyle ünlü kenti Floransa'ya tatile gelmiştir. Miss Bartlett, bu zoraki seyahatte yerleştikleri pansiyonda hiç olmazsa manzaralı bir odalarının olmasını ister, ancak katı İngiliz toplumunun kuralları, aile ve kilise baskısı altında bunalmış olan Lucy bundan daha fazlasını, yani özgür olmayı da isteyecektir. Lucy'ye manzaralı bir odadan dışarıda olan bitenlere, yani hayata seyirci olarak bakmak yetmez, o hayatın bizzat içinde olmak isteyecektir. Bu arada pansiyonda kalan diğer İngiliz gezginlerden bir gence de âşık olur. İki gencin arasındaki aşka ise Floransa’nın doğa manzaraları ile şehirdeki müzeleri tanıklık edecektir.

F. Scott Fitzgerald’ın Buruktur Gece’si görünürde ‘mükemmel’ bir çiftin Fransız Rivieria’sındaki tatillerini anlatırken ara sıra Paris ve hatta İsviçre’ye uğramayı da unutmaz. İkilinin arasındaki sorunlu aşka zihinsel hastalıklardan ihanetlere dek pek çok şey eşlik etse de hiçbir şey Fransa’nın güney sahillerinin ışıltılı, taze ve lüks dolu güzelliğini gölgeleyemez. 

Ah güzel İstanbul!

Türk edebiyatının en tutkulu en acılı aşk öykülerinden biri Halide Edip Adıvar’ın Kalp Ağrısı’dır. Selim İleri’nin sözleriyle “Yazar, aşk üzerine söyleyeceklerinin tümünü, sanki bu sızılı eserde söylemiş; sonra bir aşk kırgını gibi susmayı tercih etmiştir.” Ancak bu zarif romanın en güzel yanlarından biri ise 1900’lü yılların İstanbul’unu da öykünün adeta bir diğer başkahramanı gibi izlemektir.

Yine de kuşkusuz İstanbul’u ana karakterleriyle yarıştıran en unutulmaz roman, gönüllerimizde ayrı bir yer tutan Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur’udur. Mümtaz ve Nuran, aşklarını adım adım gezdikleri İstanbul’da yaşarlarken biz de onlara eşlik eden şehir manzaralarından adeta gözlerimizi alamayız. Kent onların aşklarının içine işlemiş, aşklarının müsebbibi olmuştur.

Peyami Safa’nın Fatih-Harbiye’si ise bizi yine artık hayallerde kalmış bir eski İstanbul’un farklı güzelliklerine taşır. Kendini Batı hayranlığına kaptırmış olan, mütevazı Fatih’li nişanlı bir genç kadın olan Neriman’ın, Fatih-Harbiye tramvayına binerek geldiği Beyoğlu’ndaki aldatıcı hayata imrenmesini ve giderek kendini Macit adlı züppe bir gence kaptırıp hayatta bocalamasını anlatan roman; bize asıl olarak İstanbul’un iki farklı yüzünden eşsiz manzaralar sunmasıyla güzelleşir. Ve belki de İstanbul’u tam anlamıyla başlı başına bir roman karakteri gibi sunar.

Aşk ve şehir üzerine en büyüleyici romanlardan biri ise İstanbul’u başköşeye koyan bir diğer roman olan Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi’dir. Pamuk’un Kara Kitap’ında da kayıp karısı Rüya’yı İstanbul’un sokaklarında arayan kahramanı Galip misali; bu kez de yaşadığı en büyük aşkın anılarının peşine benzer bir şekilde düşen Kemal’in acıklı hikâyesini izleriz. Kenan ve Füsun’un aşkı kuşkusuz Türk edebiyatının en güzel aşk öykülerinden biridir, ancak aynı Huzur’da olduğu gibi bu aşkın da hem en büyük tanığı hem de en büyük destekçisi asıl İstanbul’un efsunlu güzellikleridir.

(…) Büyük balkon kapılarından içeriye ıhlamur kokulu hoş bir bahar havası geliyordu. Aşağıda şehrin ışıklan Haliç’in üzerinde yansıyor; Kasımpaşa, gecekondular, yoksul mahalleleri bile güzel gözüküyordu. Çok mutlu bir hayatım olduğunu, üstelik bunun ileride yaşayacağım daha büyük bir mutluluğa hazırlık olduğunu içimde hissediyordum. Bugün Füsun ile yaşadığım şeyin ağırlığı aklımı karıştırıyordu, ama herkesin sırları, huzursuzlukları, korkuları var, diye düşündüm. (…)

(…) Fatih'ten Edirnekapı'ya, oradan sağa sapıp surlar boyunca aşağıya Haliç’e inişimizi çok iyi hatırlıyorum. Kenar mahallelerden geçerken, yıkıntılar halindeki şehir surları boyunca ilerlerken, arabaya yerleşen sessizlik uzun bir süre bozulmadı. Sur aralarındaki bostanlarda, imalathaneler ve derme çatma atölyelerin çöpleri, boş variller ve atıklar içindeki arsalarda, tek tük kesilmiş kurbanları, bir kenarda yüzülmüş kurban derilerini, iç organları, boynuzlan görüyorduk, ama yoksul mahallelerde, boyası dökülmüş ahşap evler arasında bayramın kurbanı değil, neşesi nedense daha çok hissediliyordu. Füsun ile birlikte atlıkarıncalı, salıncaklı bir bayram yerine, bayram paralarıyla macun alan çocuklara ve otobüslerin alınlarına boynuz gibi takılmış küçük Türk bayraklarına, yıllar sonra kartpostallarını, fotoğraflarını tutkuyla biriktireceğim bütün bu manzaralara iyimserlikle baktığımızı hatırlıyorum. (…)

0
7352
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage