11 NİSAN, SALI, 2017

İyi’nin İçinde Kötü, Kötü’nün İçinde İyi: Atwood Üstopyaları

Günümüz dünya edebiyatının önemli yazarlarından Margaret Atwood'un Damızlık Kız ve Kör Suikastçı kitapları ekseninde edebi ve düşünce dünyası üzerine bir yazı.

İyi’nin İçinde Kötü, Kötü’nün İçinde İyi: Atwood Üstopyaları

“Cennet için sana ihtiyacımız var.

Cehennemi kendi başımıza da yapabiliyoruz.”

-Damızlık Kızın Öyküsü, s.243

Margaret Atwood’un, ülkemizde ilk kez 1992 yılında Afa Yayınları’ndan okuduğumuz Damızlık Kızın Öyküsü[1] ile 2001 yılında Oğlak Yayıncılık tarafından basılan Kör Suikastçı[2] kitapları artık Doğan Kitap etiketiyle yeniden raflarda.

Yazar, eleştirmen, şair, çocuk kitapları yazarı, kadın hakları aktivisti ve çevreci kimliğiyle tanınan Atwood, distopik eserleriyle tanınıyor: özellikle de bir feminist distopya (esasen “üstopya”) olan Damızlık Kızın Öyküsü kitabı ile.

Burada ütopya-distopya ayrımına dair Atwood’un görüşlerine yer vermek gerekiyor elbette. Zira kendisi yazdığı türü “üstopya” olarak adlandırıyor. “Distopya” ve “ütopya” kavramlarının bir bileşimi olarak ortaya attığı bu terim, yazarın kendi uydurması. 2014 yılında Kolektif Kitap’tan çıkan Başka Dünyalar[3] kitabında bu kavramları ve eserlerini açıklama girişiminde bulunan Atwood, “İdeal bir toplum hayali ve onun tam tersini bir çatı altında toplamıyorum çünkü benim bakış açıma göre ikisi de örtük olarak birbirinin tezahürünü içeriyor,” (s.77) diyor. Bir yin-yang’a benzetiyor bu yapıyı. Her distopyanın içinde bir ütopya, her ütopyanın içinde de bir distopya bulunduğunu savunuyor. Çünkü birinin distopik ya da ütopik bir dünya olduğunu kanıtlamak için “öteki”nin ne olduğunun verilmesiyle gerekçelendiriliyor bu durumu.“Gelmiş geçmiş en kasvetli distopya yaratısı olsa da Orwell’in Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ünde bile cam bir antika kağıt ağırlığı ve ormandaki derenin kenarında kalan açıklık şeklinde, küçük de olsa bir ütopya bulunur” (s.97) şeklinde örnekliyor bu durumu.

Atwood, tür konusuna epey kafa yormuş olmalı ki, yazdıklarının bilimkurguya girip girmediği kısmını da irdelemiş. Metnini edebiyat tarihinde ve türler arasında doğru konumlandırmak onun için öncül kaygılardan biri olmuş belli ki. H. G. Wells ile Jules Verne metinlerinden yola çıkarak anlamlandırıyor kendi türünü. Wells’in ve onun mirasçısı olan metinlerdeki gibi gerçekleşmesi mümkün olmayan; Jules Verne ve ardıllarınınki gibilerinse, yazarın kalemi eline aldığı anda gerçekleşmemiş fakat gerçekleşmesi mümkün ve gelecekte yapılabilecek olaylardan oluştuğunu baz alıyor. Wells vb. metinlerin bilimkurguya, Verne vb. metinlerinse “varsayımsal kurgu”ya girdiğini aktararak kendini de orada konumlandırıyor. Bu konuda Le Guin’le de münazara eden Atwood, Le Guin’in “bilimkurgu”suyla kendisinin “varsayımsal kurgu”sunun aynı düzlemde yer aldığından da bahsediyor. 

Bir Feminist Üstopya

Damızlık Kızın Öyküsü için hemen her yazıda feminist distopya dense de ben yazarın kendini içinde konumlandırdığı üstopya kavramını kullanmaya devam edeceğim. Çünkü kitabın geneline baktığımızda Atwood’un gerçekten bir distopya içinde ütopyaya yer verdiğini de görüyoruz ve bu anlamda yarattığı kavramın karşılığını veriyor.

Damızlık Kızın Öyküsü, Atwood’un 1984 yılında kaleme aldığı, bizlerinse 1992 yılında Afa Yayınları baskısıyla okuduğumuz bir üstopya. Atwood’a Arthur C. Clarke ve Governor General Ödülü kazandıran kitap yine Sevinç Altınçekiç ve Özcan Kabakçıoğlu’nun özenli çevirileriyle yayımlandı. Erkek egemen muhafazakâr bir rejimde, tüm hakları elinden alınıp yalnızca doğurganlığıyla değer kazanan bir dünyayı konu ediniyor.

Geleceğin bir paranoyayla ya da korkuyla anlatıldığı bir dünya değil burası. Her şey oldukça sağlam bir düzlemde, en sert ve gerçekçi haliyle anlatılıyor –ki bence kitabı bir distopya/üstopya olarak değerlendirmek en çok bu anlamda öne çıkıyor. “Damızlık Kızın Öyküsü’nü yazmak bende donmuş bir nehrin üzerinde kayıyormuşum, keyfim yerinde ama dengem her an bozulabilirmiş gibi garip bir his yarattı” diyen Atwood’un dünyası ve kahramanları da kendisiyle aynı düzlemde. Hikâyeyi kendisinden dinlediğimiz “Fredinki” de aynı donukluk, aynı kabullenmişlik ve denge-dengesizlik ikileminde yaşıyor. Bunu açıkça hissettiriyor Atwood. Bizim okurken dehşete düşebileceğimiz, tüyler ürpertebilecek olaylar yazarın ve anlatıcının gözünde öyle olağan, öyle olması gereken gibi ki; hikâyenin asıl dehşeti burada başlıyor diyebiliriz.

Sanırım burada “Fredinki” adlandırmasına da bir açıklık getirmem gerekiyor: Erkek egemen bir oligarşik düzenle yönetilen Gilead evrenindeyiz. Dünyanın kirlendiği, çevresel felaketler nedeniyle doğurganlığın azaldığı, doğan çocuklarınsa sağlıksız ve fiziksel engellerle doğduğu bu evrende; kadınlar tüm hakları ellerinden alınmış, yalnızca doğurganlığıyla toplumda bir statü edinen, erki diri tutmanın ve geleceğe ulaştırmanın tek yolu olan “üreme”yi sağlayan birer meta. Elbette hepsi değil, Damızlık Kız statüsünde bulunmak gerekiyor bunun için. Bu da bu düzenin tepesinde yer alan Komutanlara –eşi dışında- hizmet etmeyi gerektiriyor. Ve her Damızlık Kız, hizmet ettiği Komutanın adıyla anılıyor; anlatıcının “Fredinki” olarak anıldığı gibi.

Kitapta pek çok kadın var, hepsi de farklı statüleri temsil ediyor ve böylece bu evrendeki hiyerarşik düzen anlatılıyor. Komutanların eşleri bu hiyerarşinin en üst basamağında yer alıyor. Mavi renk kıyafetler içinde görünen bu kadınlar, doğurganlık açısından çok da şanslı değiller. Eşlerin evlatlık olarak aldıkları kızlar da hiyerarşinin üst basamaklarında yer alıyor. Eşlere hizmet eden orta yaşlı kısır Marthalar, gri kıyafetlerle hizmetlerini en iyi şekilde yerine getirme amacında olan kadınlar. Damızlık Kızların nedimeleri olan Teyzeler ise gri kıyafetlerle ortada gezinen, damızlıkları yetiştirme konusunda yetkin kişiler. Damızlık Kızlar ise bu hiyerarşinin ortalarında, ne çok değerli ne çok değersiz bir konumda bulunuyorlar. Değerleri, üreme sağladıkça görünür oluyor. Öyle ki, kadınların karnelerle alışverişe gittikleri bir bölümde, hamile bir Damızlık Kıza bakış açıları bu durumu en yalın haliyle özetliyor: “Bizim için o büyülü bir varlık, kıskançlık ve arzu nesnesi, ona imreniyoruz. Doruktaki bayrak o, bize hâlâ ne yapılabileceğini gösteren: Biz de kurtulabiliriz” (s.42). Bu kurtuluş, bildiğimiz anlamda bir kurtuluş değil tabii ki; arzuların ve tutkuların yok sayıldığı, hissedilmediği bir cinsel ilişkiden (hatta neredeyse işkence) bir süreliğine bir kaçış yalnızca. Üreme, sadece ve sadece, bir iktidar politikası ve bir görev bilinciyle gerçekleştirilen bir eylem.

Sıradan bir yaşantı içerisinde bir anda her şeyi ellerinden alınıp ailesinden, yaşadığı çevreden alınan ve Komutanların hizmetine verilen Damızlık Kızlar, bu düzenin gerçekliğini en iyi hisseden, yaşayan kişiler sanırım. Geçmişle bağları tamamen koparılan, geçmişlerinin unutturulduğu bu kadınlar, hissiz ve donuk halleriyle karşımıza çıkıyor. Fredinki ise ne yazık ki bir istisna. Hikâyenin arka planını ve Gilead’ın esas yüzünü, Fredinki’nin geçmişe dönük anımsamalarıyla, anlatımlarıyla görüyoruz, zamansal geçişlerle Gilead’ın dününü ve bugününü öğreniyoruz: Okuma yazmanın, düşünmenin, sorgulamanın, oyunların, duygusal yaşantıların, süs eşyalarının, makyajın vb. pek çok şeyin yasak olduğu; kadın haklarının bugünkü durumunun tam tersi diyebileceğimiz bir evren yaratımı Gilead. Fredinki’nin sıklıkla anımsadığı konuşmalarıyla, adeta bir mikro-iktidar tezahürü olan Lydia Teyze’nin hep tekrarladığı bir “sakınma özgürlüğü”: “Birden fazla özgürlük çeşidi vardır, derdi Lydia Teyze. Bir şeyler yapma ve bir şeylerden sakınma özgürlüğü. Anarşi günlerinde, bir şeyler yapma özgürlüğü vardı. Şimdiyse size sakınma özgürlüğü veriliyor. Azımsamayın bunu sakın” (s.41).

Tüm bu çemberin dışında kalan, amacı bu düzenle savaşmak olan bir yeraltı örgütü var bir de: Mayday. Kadınların bilinçlenmesini, düzenin yanlışlarını, dehşetini görmesini sağlama amacında olan bir örgüt. Böyle bir düzende tabii ki el altından, gizlice sürdürüyorlar faaliyetlerini. Erke tamamen karşı, kadını bir birey olarak kabul ettirme niyetinde olan kadınlardan oluşuyor. Başarısız olup olmadıkları konusuysa bir handikap, ne yazık ki. Fakat Gilead evreninde barınmaları hayli zor çünkü bu örgütün savunduğu, ortaya çıkarmaya çalıştığı şeyler bu sistemin en zalim, en acı dolu ceza sisteminde başı çekiyor. Ama ne derler, bilirsiniz, “Tanrı meyveyi kutsasın!”

Atwood’un bilimkurgu ve varsayımsal kurgu arasındaki farkı anlattığına dikkat çekmiştim. Bu anlamda bakınca, bugün bile ülke ve dünya düzeninde tanık olduklarımızı da hesaba katarsak, evet, bir yanıyla teokratik, bir yanıyla sosyobiyolojik bir kurama dayandırabileceğimiz Gilead evreninin bir gün gerçeklik kazanması çok da imkânsız değil; öyle ki, neredeyse yakınız bile ona. Bu nedenle varsayımsal kurgu olarak konumlandırmak çok daha doğru geliyor bana. Ne yazık ki.

Bu arada, ilgilisine: Valker Schlöndorf’un sinemaya uyarladığı kitap, şimdilerde de TV dizisi olarak çekiliyor. Amerikan Hulu kanalının uyarladığı dizinin 10 bölümlük ilk sezonu, 26 Nisan’da başlıyor.

Elizabeth Moss, "The Handmaid's Tale" (2017).

Roman içinde roman: Kör Suikastçı

Atwood’un yeniden yayımlanan bir diğer romanıysa Kör Suikastçı. Dünyada ilk kez 2000, Türkiye’deyse 2001 yılında yayımlanan roman, Booker Ödüllü bir aile hikâyesi. İki dünya savaşı arasında bir dönemde geçen hikâye, annelerini kaybetmeleri ve babalarının da bir kriz sonucu düğme fabrikasını kaybetmesi sonucu pek çok şeyin bedelini ödeyen iki kız kardeşin, Iris ile Laura’nın hayatını odak alıyor.

Roman içinde roman tekniğiyle kaleme alınan, çokkatmanlı ve zamansal geçişlerin, kaymaların sıklıkla verildiği bir kitap yazıyor Atwood. Büyük kız kardeş Iris Chase’in bakış açısından anlatılan, Laura ve geçmişe ait anımsamalarla birlikte verilen ana hikâyeyi okurken bir yandan da Laura Chase’in kült bir bilimkurgu romanı olan Kör Suikastçı’yı okuyoruz; tabii aynı zamanda yine “üstopya” diyebileceğimiz, iç içe hem İyi hem Kötü dünya tezahürlerini barındıran bir roman.

Iris’ten dinlediğimiz hikâyede öncelikle, Laura’nın 25 yaşındayken intihar ettiğini öğreniyoruz. Babasının işleri kötüleşince ailesine yardım etmek için dönemin zenginlerinden Richard Griffin’le evleniyor Iris. Ve bu iki kız kardeşin trajik hikâyesi esasen bu noktada başlıyor; Richard’la evlilik kitabın dönüm noktalarından birini oluşturuyor.

Dört ayrı katman bulunduğundan söz edebiliriz romanda: Iris Chase’in yaşlılığı, Chase ailesi ve iki kız kardeşin izole geçen çocukluğu, Kör Suikastçı ve gazete kupürleriyle dönemin haberlerinin, kişilerinin ve olaylarının aktarıldığı bölümler. Dört ayrı katman olarak okusak da, her biri birbiriyle özdeş ve paralel ilerleyen kurgular. Her katman bir diğerini açıklayan ya da anlamlandıran, birbirini tamamlayan parçalardan oluşuyor. Bu açıdan Atwood oldukça başarılı bir işe imza atmış.

Laura ve Iris’in çocukluklarından Iris’in yaşlılığına kadar geçen olaylar, öncelikle bir aile pikniklerinde Alex Thomas ve Richard Griffin’le tanışmaları sonucu baştan aşağı değişiyor. Çocukluklarından bu yana korunaklı ve izole yaşantıları olan kız kardeşler, gerçek dünyayla tanışıyor bu iki adam üzerinden. Alex, bulunduğu her yerde ötekileştirilen, tehlikeli görülen bir komünist. Richard Griffin ise herkesin takdirini kazanmış ancak sırlarla dolu bir yaşantısı olan zengin bir iş adamı.

Iris’e ve hatta çoğu insana göre daha garip bir düşünce dünyası olan Laura, Alex’e olan aşkı nedeniyle pek çok maceraya atılıyor, sadece kendisinin değil çoğu zaman ailesinin ve Iris’in de başına bela açıyor. Laura için hayat merhametle, sevgiyle bir anlam kazanıyor çünkü. Her ne kadar ailesinden hep yabancılardan uzak durması gerektiğini, kendini korumasının elzem olduğunu ve herkesle yakınlık kurmanın tehlikeli olacağını duysa da; Laura insanlara hep bir şans tanıyor, herkese yakınlık duyuyor, sevgiyle yaklaşıyor. Alex’le arkadaşlığında da benzer ilişkilere maruz kalsa da pek aldırmıyor. Laura, hep çok farklı, çok naif bir karakter olarak yansıtılıyor.

Iris ise daha temkinli, ailenin ve toplumun dayattığı kurallara daha bağlı bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. Üstelik Laura’ya karşı hınç duyduğu ve onu üzmekten, ağlatmaktan zevk aldığı halde onu koruyan gizli bir el olması nedeniyle de daha olgun, daha mantıklı bir dünya kuruyor kendisine. Babasının işlerinin kötü gitmesi sebebiyle Richard’la evlenmesi de ailesine karşı sorumluluğunu yerine getirmesi ve aslında arka planda, kendisi ve ailesiyle birlikte başta Laura’yı kötü günlerden korumak için yaptığı bir fedakârlık. Farklı yaşantıların peşinde olmak istese bile Richard’la evleniyor ve akıl almaz derecede kötülüğün kol gezdiği insanların arasında kendine bir yer edinmeye çalışıyor.

Bu evlilik, Iris’le Laura’nın ilişkilerinin de sonunu getiriyor. Richard’ın ve ablası Winifred’in kötülüğü, kız kardeşlerin başına olmadık işler açıyor. Yolları ayrılıyor; Iris mahkûm kaldığı evliliğinde, Laura ise hapsedildiği tımarhanede kötü günler geçiriyor, yaşam mücadelesi veriyor.

Yaşananların en çok etkilediği insanlardan biri de Reenie. Kızları büyüten, evin emektar yardımcısı. Hem annesiz kalan kızlara annelik yapar, hem ailesini ve işini, servetini kaybetme eşiğinde olan alkol problemli babayı dik tutmaya çalışır hem de kendi yaşantısını idame ettirme derdindedir. Reenie, aslında toplumun ve ahlaki normların bir görüngüsü gibidir; toplumsal normu temsil eder neredeyse. Düşünce yapısı ve ahlak anlayışı, kız kardeşlere verdiği öğütlerde, anlattığı hikâyelerde kendini gösterir. Bu anlamda, bir yanıyla sevgi dolu ve fedakâr olsa da bir yanıyla korkutucu bir karakterdir Reenie.

Esas hikâyeyle birlikte ilerleyen Kör Suikastçı romanı ise, Zycron gezegeninde geçer. Burada bile bir “roman içinde roman” durumu söz konusudur. Neredeyse üç ayrı roman yer alır yani kitapta: Iris Chase’in bakış açısıyla anlatılan, Laura Chase’in kaleme aldığı Kör Suikastçı, Kör Suikastçı’nın içerisinde yer alan adamın, kadına anlattığı roman. Katman katman içindedir fakat Atwood bu hikâyeleri birbirine öyle bağlamış, öyle bir kurgulamış ki kafa karışıklığına sebep olmadan, gayet akıcı bir şekilde ilerliyor kitap.

Kör Suikastçı’dan biraz bahsetmek gerekirse; belli bir okur kitlesine sahip Laura Chase’in, ölmeden önce kaleme aldığı ancak ölümünden sonra yayımlanmış bir roman. Kült bir bilimkurgu kitabı oluyor. Tartışmalara neden olsa da, genel itibariyle çok beğenilen ve satan bir roman. Kardeşi Iris Chase’in katkılarını unutmamak gerek elbette bu açıdan. Zira kitabın sonunda bu anlamda bir sürpriz bekliyor okurları.

Kör Suikastçı’da anlatılan Zycron gezegeni, bugünden binlerce yıl önce Dünya’ya gelip onu sömürgeleştiren insanların bulunduğu bir yer. Yedi denizi, beş Ay’ı, farklı güçlerde ve renklerde üç Güneş’i bulunuyor. Meyve tohumları ve hayvanları bulunan, Atlantis’i kuran, ancak fazla akıllı olmaları sebebiyle kendi kendilerini mahvedip bugün bizlerin ve yeryüzünün bu halinin oluşumunu sağlayan Zycronluların gezegeni ve insanları her yönüyle anlatılıyor. Ve deniyor ki, “Biz onların arda kalan torunlarıyız” (s.30).

1900’ler Toronto’sunda, Iris ve kardeşi Laura üzerinden bir aile, toplum, dönem ve politika panoraması çizen kitap, çokkatmanlı yapısı ve barındırdığı farklı hikâyelerle Atwood severlerin keyifle okuyacağı bir roman. 

[1] Margaret Atwood, Damızlık Kızın Öyküsü, çev. Sevinç Altınçekiç-Özcan Kabakçıoğlu, Doğan Kitap, Şubat 2017, İstanbul. Kitaptan yapılan alıntılar bu baskıdan alınmıştır.

[2] Margaret Atwood, Kör Suikastçı, çev. Canan Sılay, Doğan Kitap, Şubat 2017, İstanbul. Kitaptan yapılan alıntılar bu baskıdan alınmıştır.

[3] Margaret Atwood, Başka Dünyalar, çev. Selin Siral, Kolektif Kitap, Haziran 2014, İstanbul. Kitaptan yapılan alıntılar bu baskıdan alınmıştır. 

0
24862
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Advertisement
Geldanlage