15 EYLÜL, SALI, 2015

Hayata Dair Bir Mesele, Kendine Ait Bir Dünya

Yazmak, bir yalnızlık işi nihayetinde. Dönüp geçmişime baktığımda, yıllarımı hep kalabalıklar içinde geçirdiğimi görüyorum oysa. Virginia Woolf’un ünlü “kendine ait bir oda”sı da yoktu hayatımda, yazar olma hayallerim de –mütevazı bir çalışma odasına kavuşalı birkaç yıl oldu ancak. Ama kendime ait bir odam olmasa da, kendime ait bir dünyam vardı –kimselerin bilmediği, sınırlarını benim de kestiremediğim, hayallerle sanrılarla bezeli, anılar, resimler, sesler biriktirdiğim, gözlemlerimi kaydettiğim, kalabalıklar içindeyken de sığınabildiğim bir dünya.

Hayata Dair Bir Mesele, Kendine Ait Bir Dünya

“Yazar adaylarına önerileriniz var mı, neler?” türünden bir soru, hemen bir başka soruyu getiriyor aklıma: “Aday da, hangi aday ya da neye aday?” Yazarlıkla tanınma, ünlü olma hevesiyle yanıp tutuşanlara mı, yazdıklarını gün yüzüne çıkarmaya çekinenlere mi, başyapıt olduğuna inandıkları dosyalarını geri çeviren yayınevlerine ateş püskürenlere mi, yoksa yazarlığı değil de okumayı ve yazmayı bir yaşam biçimi olarak görenlere mi, hangisine?

İlk grup ve benzerleri için başvurulacak çok kaynak var. Bu konuda eğitim almak da mümkün; hatta eğitime de zaman harcamayıp kısa yoldan çözüme ulaşmak isteyenler, internette mevcut şablonlardan da yararlanabilirler kolayca. Ana başlıklar belli: Olay örgüsü, kurgu, karakter, mekân, biçim, biçem... Basit, okur yazar herkesin anlayabileceği dilde, dileyene ‘yazar’ olmayı garanti edercesine –“Yazar, ama hangi yazar?” sorusunu es geçelim en iyisi...

Kendi deneyimlerimden yola çıkarsam, son gruptakilere, hayatın anlamını okumakta ve yazmakta arayanlara birkaç söz söyleyebilirim ancak. Günümüzde farklı isimler taşısa da içeriği pek farklı olmayan  ‘yazarlık’ kursları gitgide çoğalmakta. Ben de bu türden bir kursa katılanlardanım –yıllar önce eğitim alarak, son yıllarda da eğitim vererek. Katıldığım kursta yazmaya dair yeni bir şeyler öğrenmekten çok, tümüyle kendi beğenilerime, içgüdülerime göre yönlenen okuma eğitimimdeki eksikleri tamamladım sanırım. Bu dolaylı eğitim, eksik okumaları tamamlamaktan öte, okuduğumda hayranlık duyduğum, bende yaşamaya devam eden ve unutamadığım bir metnin, nasıl ve neden, hangi unsurlarla bu duyguyu yarattığına yönelikti. Ya da meselenin yazmak değil, okumak olduğunun bir kez daha kanıtlanmasıydı. Bugün yayınlanabilir ve okunabilir nitelikte bir şeyler üretebiliyorsam, bunu kalıtsal özelliklere ya da özel bir yeteneğe değil, yalnızca okuma yazma öğrendiğimden bu yana sürdürdüğüm okumalara borçlu olduğumu görmekti en çok.

Ve elbette ki yazmak eylemini çok sevdiğim ve kendimi en iyi yazarak ifade ettiğime inandığım için, neredeyse yarım asırdır -araya kesintiler girse de kimi zaman- vazgeçmediğim günlüklere, mektuplara, yeni yüzyılda mektupların yerini alan e-postalara ve sürekli yazmanın kazandırdığı yazma alışkanlığına...

Aldığım eğitim bu yönde olduğundan, verdiğim eğitimler de yazmak kadar okumaya yönelik oldu hep.

Sonuçta tesadüfen birkaç kitap okumuş, zorunluluklar dışında eline kalem kâğıt almamış bir yazar adayının günün birinde okunabilir ve yayınlanabilir bir metin üretmesi, çok özel istisnalar dışında, ütopik geliyor bana. Okumak gibi yazmanın da alışkanlığa dönüşmesi gerekiyor öncelikle.

Yine kimi istisnaları göz ardı edersek, çoğumuz yazdıklarımızı beğenmeye eğilimliyiz –her insan kendini az çok sever aslında, yanlış bulduğu özelliklerini gerekçelendirerek kabul edilebilir bir zemine oturtur ve kendinden hoşnut kalmaya çabalar, başka türlüsü yaşamayı güçleştirir çünkü. Bu ruh halinin uzantısı olarak yazdıklarını da beğenmeye meyillidir, eleştirilere öfkelenir, dikkate almaz. Bu yüzden ‘gerçek’ yazar adaylarına dur durak bilmeyen okumaların ardından yazma uğraşını seçerlerse eğer, yazdıklarını kolay kolay beğenmemelerini önerebilirim.

Kendi kendilerinin acımasız bir eleştirmeni olmalarını, ince eleyip sık dokumalarını...

Yıllar önce okudukları halde hâlâ unutamadıkları bir metinde neyi büyüleyici bulduklarını analiz etmeye çalışmalarını ve yazdıklarında etkileyici bir şeyler aramalarını...

Meselenin yalnızca bir duyguyu, düşünceyi ya da olayı düzgün sözcüklerle aktarmak değil, ince işçilik olduğunu kabullenmeyi...

Özellikle başlangıçta yalınlıktan yana olmalarını, gereksiz süslemelerden, abartılardan kaçınmalarını...

Sözcüklerin müziğini duyabilmek için yüksek sesle okumalarını, bu müzik su gibi akıp gitmiyorsa, tıkanıyorsa, nedenlerine kafa yormalarını. Düzeltmelerini, değiştirmelerini, diyelim yine olmadı, sil baştan yeniden yazmalarını...

Uzun süre, bazen birkaç hafta ya da birkaç ay bir köşede unutmalarını, bu arada iyi kitaplar okumalarını ve demlendirmelerin ardından tekrar ele almalarını...

Yazmak, bir yalnızlık işi nihayetinde. Dönüp geçmişime baktığımda, yıllarımı hep kalabalıklar içinde geçirdiğimi görüyorum oysa. Virginia Woolf’un ünlü “kendine ait bir oda”sı da yoktu hayatımda, yazar olma hayallerim de –mütevazı bir çalışma odasına kavuşalı birkaç yıl oldu ancak. Ama kendime ait bir odam olmasa da, kendime ait bir dünyam vardı –kimselerin bilmediği, sınırlarını benim de kestiremediğim, hayallerle sanrılarla bezeli, anılar, resimler, sesler biriktirdiğim, gözlemlerimi kaydettiğim, kalabalıklar içindeyken de sığınabildiğim bir dünya. Bir de hayata, dünyaya ve kendime dair bir meselem, bu meselenin farkında olup çözemeyişlerim, arayıp bulamayışlarım, aramalardan vazgeçemeyişlerim hep vardı, yine var.

Bana öyle geliyor ki, her yazar adayının kendine ait bir dünyası, bir de meselesi olmalı...

​Son olarak şunu öğütleyebilirim belki: Güncel olana kapılıp gitmemek ya da günceli ele alırken de, insanlık tarihi kadar eski kimi meseleleri, insan olmanın trajedisini göz ardı etmemek. Güncel olan geçip gidiyor, ama bu trajedi asla bitmiyor çünkü...

Not: Görseller Feridun Akgüngör'e aittir.

0
6468
2
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Advertisement
Geldanlage