07 ŞUBAT, SALI, 2017

Havva’nın Peri Kızı

Bir çeşit yolculuk hikâyesi; kırılgan, utangaç, hüzünlü bir perinin kendine yolculuğu. Kabuğunu kırmaya çalışan bir genç kadının; Havva’nın Peri kızının. Elif Şafak'ın Havva'nın Üç Kızı romanı üzerine bir inceleme.

Havva’nın Peri Kızı

Peri, hikâye süresince; zaman-zaman kabuğunu çatlatır, çıkar, girer; tekrar çıkar, yeniden girer ve yeniden….Olağanüstü ve olağandışı olaylarla örülü hikâyede her seferinde biraz daha güçlenerek ilerler, ulaşmak istediği kendine doğru. Bu yorucu hikâye ve mücadelesini kendi kelimeleriyle özetlersek:

Her daim hanım hanımcık, dengeli, temkinli ve ölçülü davranan Nazperi Nalbantoğlu aslında sınırları, sınırlarını aşmak istiyordu.

Dört kısım altmış bir bölüm süren romanın ilk bölümünde, çantasını çalan hırsızların peşinden koşup onları alt eden Peri’nin “dengeli, temkinli ve ölçülü” olmayan hallerine şahit olunur. Çantasını çalıp, gasp ve tecavüze kalkışan adama tekme tokat girişip, hırpalayıp, burnunu kıracak; sonrasında da çantasını ve yere saçılmış eşyalarını toparlayıp hiçbir şey olmamış gibi arabasına binecek,  ait olduğu düzen dâhil her şeyi “sorgulayan” bir kadın formunda icabet etmesi gereken yemeğe gidecektir. Peri bu üstün performansının dayanağını şöyle ifade eder:

Şu dünyada en munis en cici bici kadınların bile zorda kaldıklarında küplere binip, fırtınalar estirebileceklerini tecrübeyle öğrenmişti.”

İşte Peri’nin tecrübelerinin anlatıldığı bu hikâye, “şiddete, tacize, ayrımcılığa maruz kalan, eşitlikleri sorgulanan, bir türlü kız kardeşlik ekseninde buluşamayan Türkiye’nin dirençli, cesur, sevgi dolu, her kesimden kadınlarına” ithaf edilmiş. Çok zorda oldukları halde “nedense” bir türlü küplere binip fırtınalar estiremeyen kadınlarına…

İçine kapalı, sessiz, başta anne-babasının kavgaları olmak üzere hep bir şeylere birilerine üzülen, kafası karışık çocuk-genç kızdır Peri, özgüveni zayıf ve yalnız; “Utanç, pişmanlık, keder, değersizlik hissi hiçbir zaman yakasını bırakmayacaktı.” Bir tek kitaplarla kendini iyi hisseder; çok okuyup, her şeyi sorgulamaktadır. Yeryüzündeki her türlü iyilik-kötülüğün tüm sorumlusu olduğu inancıyla, sorgulama ve suçlamalarını daha çok 'yaratan’a karşı yapar. İnsanlık tarihinin çözümsüz en büyük iki meselesine kafa yormaktadır: anne-baba savaşları ve din savaşları.

Bu meseleler arasında barış-aşkla yaşanacak bir dünya arayan Pericik, bin yıllardır sarf edilmiş, soruları soracaktır hikâyenin çeşitli aşamalarında: “Nasıl oluyordu da Tanrı, O’nun ismini kullanarak hem de, insanın insanı katletmesine izin veriyordu?  Nasıl oluyordu da aynı varlık bu kadar farklı algılanabiliyordu? Neden bunca haksızlığa izin veriyordu Rab? İyi insanların başına korkunç şeyler gelmesini nasıl sindirebiliyordu içine? Ne mutlak dindarlığa, ne mutlak akılcılığa dâhil olmak isteyenler için bir başka yaklaşım, yeni bir varoluş şekli yok mu acaba? Kimliklere din hanesini koymak hangi akla hizmetti? İnanç dediğin bireysel, kişisel, içe dönük ve ömür boyu süren bir seyrüsefer değil mi?...”

Çocukken sorularını babası Mensur Bey’e sorar Peri. Mensur Bey kızına düşkün, ama onu baskılamayan; kızının, hiç kimseye, hiçbir düşünceye, dine, inanca takılıp kalmadan, özgür olup, bağımsız yaşamasını isteyen; bilimden, bilgiden, özgür düşünceden, aşktan, sevmek-sevilmekten söz eden; kadın erkek eşitliğini samimiyetle önemseyen “…erkek egemen bizdeki din kültürü. Kadına başka, erkeğe başka standart…” diyerek kızına, dinin kadına karşı ayrıcalıklı tavrına karşı her daim dikkatli olmasını öğütleyen Mensur Bey, nadide bir karakteridir hikâyenin.

Tüm kısıtlı imkânlarını zorlayarak, üniversite eğitimini Oxford’da alması için Peri’ye destek olur babası. Tam anne-baba savaşlarından kurtuldu derken; üniversitede tanışacağı Havva’nın diğer iki kızı arasında kalır; Havva’nın asi kızı Şirin ve dindar kızı Mona’nın çatışmalarına maruz kalacaktır.

Elif Şafak

Havva’nın Mona’sı, evlerinde ne başörtüsü için ne de başını açması için baskı olmadığını söylüyor Peri’ye; “Annemler tabii ki bana seçim hakkı verdiler. Başörtüm şahsi kararım, inancımın ifadesi.” Mona Lisa’nın gülümsemesindeki çözülemeyen sır gibi; başörtüsünün çözülemeyen gizemiyle Mona “inanan feminist” olarak saf tutar hikâyede. “Din insanlığa büyük zarar veriyor” diyen, kural, sınır tanımayan Havva’nın Şirin kızı ise tüm cüretkârlığıyla karşı safta “günahkâr” olarak yer alır. “Üçüncü bir yol yok mu?” sorusuyla Pericik de arada bir yerlerde; mütereddit.

“Ortadoğu kültürlerinden çıkan ve birbirlerini anlayamayan küskün kız kardeşler”in çatışmalarla sürecek buluşmasından sonra hikâye şöyle ilerler; “Peri’nin acilen Tanrı üzerine okumaya ihtiyacı vardır… belirsizliklerle yüzleşmek, esas kendini keşfetmek için.” Ancak hikâye’nin ileriki aşamalarında göreceğimiz gibi acele işe şeytan karışacaktır. Bu aciliyet sonucu Peri karizmatik felsefe Profesörü Azur’un “Tanrı” dersini seçer. Dersin engin kapsama alanı “özgür, eleştirel düşünce, saygı, eşitlik, öğrenmek, empati, iletişim, bilimsel düşünce…” olarak özetlenebilir. Profesör, Peri’ye şöyle söyler: “Benim dersimin, inançla dinle alakası yok. Biz bilgiyi arıyoruz… İnançlı olup olmaman beni zerre kadar ilgilendirmiyor. Benim seminerimde yegâne günah tembelliktir”. Hedefinin “evrensel kucaklayıcı bir dil yakalamanın yollarını aramak” olduğunu söyleyen bir felsefe profesörünün kelime dağarcığının içinden, “günah” sözcüğünü seçip kullanmış olması dikkat çekicidir. Daha evvel acaba ilahiyat mı okumuş diye düşünülebilir; ancak hayır, iktisat okuduğunu biliyoruz.

Peri sık-sık Profesör’ün görüşlerine başvurur, sorular sorar. Bunlardan dikkat çeken: “…bu dünyada, benim annem gibi dine sığınan, orada dayanma gücü bulan bir sürü insan var. Bilhassa kadınlar. Onlar Tanrı’ya ulaşmak için salt tek yol olduğuna ve bu yolu da kendilerinin bildiğine inanıyorlar. Şimdi bu insanlara, ‘Başka fikirlere açık olun, kendi doğrularınızdan bu kadar emin olmayın’ demenin anlamı var mı?”

Hikâye’nin tam bu aşamasında okur kitabı elinden bırakır; kadın erkek eşitliğini “samimiyetle önemseyen tek karakter” Mensur Bey’in kızının gidip de “…bilhassa kadınlar…” diyerek böyle bir soru sormasına içerler. Günah-sevap parmaklıklarının arasında eti-sütü-ruhu sömürülen, yaşam hapishanelerinin hangi hücrelerinde sıkışıp kaldıkları tahmin bile edilemeyen başka perilere kaçış imkânı olarak tekinsiz bir sığınak “teselli” olarak sunulur; din-inanç. Tekinsizdir; çünkü o sığınaklarda annesinin hocası Üzümbaz Efendi gibi yobazlar pusu kurar. Peri kendisine, sınırsız sorularına öylesine odaklanmış, gömülmüştür ki “diğer periler” için kaçamak/pratik çözümler düşünür. İşte, kız kardeşler bu yüzden bir türlü “kız kardeşlik ekseninde” bulaşamıyor olabilir Peri; çünkü bazıları kendilerini ayrı tutar…

Yine de gençlik halidir, “mütereddit”likten kaynaklanan kafa karışıklığı yanılsamasıdır diye düşünerek, Peri’yi anlamaya çalışalım, tanımaya devam edelim. Neyse ki Profesör Azur, Peri’ye “Araştırmadan, okumadan ezbere inanmak; çoğulculuğun değerini anlamayıp kendi görüşünü Tanrı’ya uzanan yegâne ya da en üstün yol sanmak yanılsamadır. Mutlaklık ise zaaftır.” diyecektir cevaben.

Özgürlük yoksa aşk da yok. Özgür olmanınsa tek yolu var: Alışıp kanıksadığımız, kolayımıza gelen Ben’i terk edebilmek!”  gibi bilindik söylemleri olan Profesör Azur’un, yakışıklı, karizmatik, oldukça da şık bir erkek olduğu inandırıcıdır. Peri şöyle gösterir onu bize: “Uzun paltosu abanoz rengi, atkısı ise Budist keşişleri kıskandıracak kadar koyu bir safran rengiydi. Şıklığını, asi bukleleri zor zapt eden bir fötr şapka tamamlıyordu.” İşte bu şıklığın dudaklarından dökülen vecizelerden etkilenen Peri âşık olmaktadır.

Fakat aşkı karşılıksız kalacak ve Profesör Azur’la ilgili hayal kırıklıkları yaşayacak olan Peri’ciğin körpe kanatları kırılır: “Hayat boyu bir türlü üstünden atamadığı o değersizlik hissine yenik düşmüştü… Göğsünün içindeki boşluk hissi o kadar derindi ki, yalnızca Tanrı’nın yokluğuyla kıyaslanabilirdi. Evet, belki de buydu mesele. Tanrı’nın yokluğunu içinde taşıyordu.” Yaşamak istemez; okulu bırakır, eve döner Peri.

Tüm bu olan biten için şu söylenebilir; Peri’nin okul hayatına yazık olur; babası Mensur Bey’in emekleri de güzelim ilkeleri de ziyan olup gider.

Nazperi, hikâyenin bu aşamasından sonra, 35 yaşında karşımıza çıkar; üç çocuklu evli olgun bir hanım olarak. Okulu bıraktıktan sonra, yaklaşık 14-15 sene neler yaptığı bize anlatılmaz. Ancak, özgüveni gelişmiş, gücüne güç katmıştır. Çocuklarından birinin 13 yaşında olduğunu bildiğimizden, eve dönüşünden kısa bir zaman sonra evlendiğini anlıyoruz. Nazperi kocasına âşık değildir. Havva’nın Şirin kızını haklı çıkaran bir evlilik yapmıştır “İki tür erkek vardır: kırıp dökenler ve tamir edenler…birinci gruptakilere aşık oluruz, ikinci gruptakilerle evlenir, yuva kurarız”. Kocasına âşık olmasa da, minnet duyduğunu söyler Peri. Olabilir.

Peri’nin bize aktardığı kadarıyla; iyi kalplidir kocası Adnan. Çok önemsediği eğitimini yarım bırakmasına sebep olan olaylarla darmadağın dağılmış Peri’yi düştüğü yerden kaldırır, kırıklarını iyileştirir, sever; evlenirler, evlendikten sonra da değişmez Adnan; saygılı, sevgili, anlayışlıdır; hatta Peri’nin geçmişinde neler olup bittiğini bildiği halde, kafayı hiç takmaz. Peri, ekonomik gücünü kocasından almaktadır, ama ezilen, baskı gören bir kadın değildir.

Hikâyeye tam bu aşamada biraz ara vermek, düşünmek iyi olur; çünkü bir fevkaladelik söz konusu: Bir erkek olarak Adnan’ın karakteri, karısına olan tavrı, anlayışlı, hoşgörülü yaklaşımı olağandışıdır. Peri’nin yaşam hikâyesinin anlatıldığı topraklarda, sevgilisine, karısına, kız kardeşine karşı baskıcı, kaba-saba, öldüresiye sahiplenici erkeklere sık rastladığımızdan Peri’nin Adnan gibi özgüveni yüksek ama karısını küçümsemeyen, ezmeyen biriyle karşılaşması, “Peri bir hayalet mi görüyor acaba” şüphesine neden olur. Hikâyede Peri’ye destek olan, onu zor durumlardan kurtaran bir hayalet zaman zaman görünse de, Adnan bir hayalet değil; gerçekten kocası, çocuklarının babasıdır. Şanslıdır Peri. Peri kızıdır işte.

Her şeye rağmen, Peri yine de yaşantısından memnun değildir. Sıkıntısı Adnan’la alakalı olmasa da bir takım mecburiyetleri (bir eş olarak kocasının iş yemeklerine icabet etmek ve hiç hoşlanmadığı imtiyazlı, zengin, şımarık çevreyi idare etmek zorunlulukları gibi) sıkmaktadır onu. O gece yalıdaki yemekte de, kendi kendine sıkılırken kafası yine sorular, çeşit çeşit düşüncelerle doludur:

“…en zor şey insanın bir yere duyduğu aidiyetti. Neden ayrılamıyorduk kanıksadığımız sokaklardan, şehirlerden, tekrarlardan? Bizi mutsuz etse bile yaşadığımız mekân, niçin bırakıp gidemiyorduk uzaklara? Bilinmeyene?"

Geçmişle bugün arasında gelgitler yaşarken, Oxford yıllarına uzanmak, hep kaçtığı geçmişiyle hesaplaşmak ister ve 14-15 senedir hiç görüşmediği Profesör Azur’a telefon etmeye karar verir. Ancak tam o sırada yalıyı maskeli-silahlı adamlar basar. Peri portmantoya saklanır; silahlı adamlar yalıdaki herkesi (Adnan dâhil) üst kattaki salona toplar; yukarıdan silah sesi, patırtılar gelirken, dolapta saklanmakta olan Peri, Profesör’e telefon eder; “yıllar önce sevdiği ve kalbinin el değmemiş bir kuytusunda hala sevmeye devam ettiği erkek”le duygusal-felsefi bir konuşma geçecektir aralarında. Telefon konuşması bittikten sonra, Peri çocukluğunda başlayan yolculuğunun en arzuladığı aşamasına, özgürlüğe adım attığını söyler… Ancak okur o sırada, üst katta silahlı adamların eline düşmüş olan Adnan için endişelendiğinden ne Peri’nin özgürleşme heyecanını paylaşabilir ne de Profesör’le yaptığı tutkulu konuşmayı kavrayabilir.

Hikâye böyle sona erer. Ancak akılda bir soru kalır: Hoşgörülü, karısının varlığına saygı duyan, kıskançlık veya herhangi bir sebeple üzerinde baskı kurmayan, hizmetçi muamelesi yapmayan, ruhsal veya fiziksel hiçbir şekilde hırpalamayan, hatta yaralarını iyileştiren; seven, sevgisini ifade eden; bunların tümüne sahip bu olağanüstü ve olağandışı âdemoğlu kurtuldu mu? Gelecek güzel günler adına; din ve inanca ilişkin sorulmuş tüm sorulardan daha üst bir sorudur bu: Kız kardeşlerin umudu Adnan; yaşayacak mı? 

Görseller fotoğraf sanatçısı Tim Walker'a ait.

0
7987
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle