10 NİSAN, PAZARTESİ, 2017

“Festivaller, Sanatçıları Dünyalı Yapar”

Bu yıl 36'ncısı düzenlenen İstanbul Film Festivali'nin Altın Lale Ulusal Yarışma Ödülleri Seçici Kurul'unda yer alan çağdaş edebiyatımızın önemli yazarlarından Sema Kaygusuz ile festivale, sinemaya ve edebiyata dair bir söyleşi gerçekleştirdik.

“Festivaller, Sanatçıları Dünyalı Yapar”

Sema Kaygusuz, kaleme aldığı eserlerle dilimizde ve uluslararası alanda pek çok ödüle değer görülen, günümüz edebiyatının evrensel temsilcilerinden biri. Öykü kitabı Sandık Lekesi ile Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü'nü(2000) alan yazarın, 2006 yılında yayımladığı ilk romanıYere Düşen Dualar, eleştirmenler tarafından övgüyle karşılanırken çevrildiği başka dillerde de çeşitli ödüllere değer görüldü. 2008 yılında Yeşim Ustaoğlu ile birlikte Pandora'nın Kutusu filminin senaryosunu kaleme aldı. 2009 yılında yayımlanan ikinci romanıYüzünde Bir Yer, Avusturya KulturKontakt kurumu tarafından onurlandırıldı. 2010 yılını Almanya DAAD kültür programının davetlisi olarak Berlin'de geçirdi. Ayrıca 2013 yılında ilk oyun kitabı Sultan ve Şair'i ve son olarak 2016 yılında Barbarın Kahkahası kitabını yayımladı. Geçtiğimiz yıl Almanya’nın saygın edebiyat ödüllerinden Rückert Ödülü, 2016 yılı için Türkçe edebiyatı temsilen Kaygusuz'a armağan edildi. Kendisiyle jüri üyesi olarak da yer aldığı sinemamızın önemli festivallerinden Uluslararası İstanbul Film Festivali kapsamında sinemaya, edebiyata, yaşama dair bir söyleşi gerçekleştirdik.

Bu sene Altın Lale Ulusal Yarışma Ödülleri’nde jüri üyesisiniz. Seçici Kurul’da yer almak oldukça titizlik isteyen bir durum. Siz filmleri bir yazar gözüyle mi yoksa daha çok sinema özelinde mi değerlendirirsiniz?

Her sinemasever gibiyim aslında. Sinefil değilim, hayatımda resim olduğu kadar, fotoğraf olduğu kadar sinema da var. Sinema edebiyata yakın bir sanat türü; çünkü senaryosu var, önceden yazılan,yazıldıktan sonra çekilen bir sanat türü. Yazılırken karakteri tasarlanıyor, tıpkı bir roman gibi. Senaryo deneyimim de oldu benim, senaryoda düşünsel bir atmosfer, kurgu yapmıyorsun, tasvir ve teşbihi bir kenara koyuyorsun ama tarif ediyorsun. Tarif ederken de ışığı tarif ediyorsun, mekandaki yerini tarif ediyorsun, yani edebiyatı soyarak omurgasını, kılçık kısmını senaryoya koyuyorsun. Dolayısıyla diyalog kuran, kendinden söz eden bir üründür senaryo. Seyirciye sırtı dönük olsa da, fısıldasa da, hatta rüya da görse gördüğümüz her şey önce yazılı bir metindir. Bu nedenle bir film izlerken yazıya da bakarım. Böyle bir alışkanlıkla film seyredeceğim

Taylan Biraderler’in başkanlığında oldukça güçlü isimlerin yer aldığı bir jürinin parçasısınız. Jüride bulunma hakkındaki düşünceleriniz nedir?

Jüride olma teklifi daha önce de geldi bana. O zaman seçmek, beğenmek, elemek, ödül vermek benim için fazlaydı. Bazı edimleri içselleştirmek önemli. Bu kez gelen teklifi kabul ettim, zaten teklifi kabul ettikten sonra jüride kimler olduğunu öğrendim. Jüri demek bir öznellik kurumu demek. Bu öznelliklerin çatışmadığı, kararların dengeli olacağını tahmin ediyorum. Nejat İşler çok iyi bir oyuncu, onun zihniyet dünyasını çok beğeniyorum. Taylan Biraderler’in çektikleri Vavien’i beğenerek izlemiştim. O hikâyenin içine girme biçimlerini de sevmiştim. Yine görüntü yönetmeni olan Emre Erkmen ve kurgucu  Çiçek Kahraman, sitayişle bahsedilen kişiler. Öznelliklerimizden ve tabii ki birikimlerimizden adil kararlar çıkarmalıyız, eminim kurarız.

©Nazlı Erdemirel

Festivallerin sinemaya katkısı hakkında ne düşünüyorsunuz?

Festivaller olmasa sinema yalnızca bir piyasa malı haline gelir, insanlara nefes alacak alan kalmaz. Festivaller, sanatçıları dünyalı yapar, çok önemli organizasyonlardır. Dünyalı bir birey haline getirirler. Ama tabii festivaller merkeze yaklaştıkça, merkezde rol aldıkça muhakkak onlara alternatif, avangart yapılar ürer. Yani her festival yavrular aslında. Bu yavrulama demokratik bir algı da üretir.

2008 yılında Pandora’nın Kutusu filminin senaryosunu Yeşim Ustaoğlu ile birlikte kaleme aldınız. Film senaryosu üzerinde çalışmanın öykü ya da roman gibi diğer türlerden farkı ne oldu, bir yönetmenle senaryo yazmak nasıl bir süreçti?

Benim açımdan zor bir süreçti. Çünkü ben kendi dünyamda, kendi hikâyemi yerden yere vura vura işlerim. Ama bu hikâye benim değil, Yeşim Ustaoğlu’nundu. Dolayısıyla Ustaoğlu’nun hikâyesinde benim, eşlik edip, birlikte senaryolaştırdık. Bu da güdümlü ve oldukça kısıtlı bir pozisyon. Ayrıca çok uzun sürdü. Yaklaşık 2.5 yıl çalışmıştık. Ben bir daha başkasıyla sinema yazmam, yazarsam kendi filmimi yazarım. Hikâye benim olmadığı için, hikâyeye katılan, onu destekleyen, kalkındıran, eklemeler, çıkarmalar yapan bir pozisyonum oldu. Bu da yaratıcı birinin doğasına aykırı bence. En azından benim açımdan böyle.

Senaryo yazımında karakter oluşturmak hikâye ya da roman karakteri oluşturmaktan daha mı zor peki?

Tabii, kurulan her diyalog, eklenen her kelime, ağza konan her söz karakterle ilgili fikir verir. Çok titiz olması, bir tiki olması, saatiyle oynaması… yani bizim perde için tasarladığımız her şeyi yazmamız gerekiyor. 

Ulusal sinemamıza gelirsek, Türkiye sineması için geriye doğru baktığımızda bugün gelinen noktayı nasıl buluyorsunuz? 

Türkiye sinemasında üç ayrı kanal gözlüyorum ben. Biri piyasa kanalı. Piyasa kanalı tekrar güçlendi, komedi, dram vs. artık Türkiye’de izleyici Türk filmi de izleyebiliyor, eskiden müthiş bir kültür emperyalizmi vardı, Amerikan sineması vs. İkinci kanal, hafıza kanalı. Sinema biraz daha bu ülkenin topraklarındaki yıkım, katliam, sır olmuş, sürgün olmuş her şeyi yeniden konu ederek bir hafızaya dahil ediyor, bunu teklif ediyor seyirciye. Bu filmlerin çoğu yarı dökümanter bir özellik taşıyor. Bu tür filmler hem politik hem ahlaki gereksinimlerimizi karşılıyor. Toplumdaki duyma, yüzleşme ihtiyacını karşılıyor. Bir de sanatsal giden bir kanal var. Kendi sinema dilini arayan yönetmenler var. Çok çarpıcı filmler üretiliyor gerçekten. Özellikle kadınların öne çıkması önemli. Bu üç kanal da birbirleriyle eş zamanlı olarak gidiyor. 

©Nazlı Erdemirel

Özel olarak takip ettiğiniz yönetmenler var mı?

Emin Alper’i takip ediyorum, Sarmaşık filminin yönetmeni Tolga Karaçelik, Toz Bezi’nin yönetmeni Ahu Öztürk. Özcan Alper keza... Gözetleme Kulesi’yle Pelin Esmer bence çarpıcı bir sinemacı. Nuri Bilge Ceylan’ı çok beğeniyorum. Genç sinemacılardan da işini gördüklerim var. Mavi Dalga filmiyle izlediğim Zeynep Dadak ve Merve Kayan'ın sonraki işlerini merak ediyorum.

Bu sene festivalin teması “kaldır kafanı”. Bu hayatlarımızı akıllı telefonlara teslim eden günümüz insanı için oldukça manidar bir tema. Her gelişmeyi takip edebildiğimiz, iletişimin en yoğun yaşandığı sosyal medya ortamında “gerçekliği kaybettiğimiz”, “hayatı kaçırdığımız” fikrine katılıyor musunuz?

Buradaki “kaldır kafanı” bana kalırsa yalnızca telefondan kaldırmıyoruz kafamızı. Bir yalnızlık biçiminden, kendi sosyal çevrende kaldıkça yarattığın kendi muhafazakarlığından da kafanı kaldır, biraz daha dışarı çık, insanlarla temasa geç anlamında olabilir. Ama ben kendi zihinsel eklememi yapmadan edemeyeceğim: yalnızca kafanı değil, başını da kaldır. Bizler birbirimizin yazdığı yazıları okuyoruz, birbirimizin çektiği filmleri izliyoruz, hiç başkalarına bakmıyoruz, kafamızın içi o kadar da heterojen değil aslında.Gittikçe herkes tek sese doğru iniyor, güvende hissettiği zihnin içinde yaşıyor. Sosyal medya da güvende hissettiği bir topluluğun içine saklanıyor. 

Sinema ve edebiyat ilişkisine dönelim isterim. Ercan Kesal’ın bir sözü var, “sinema edebiyattır, edebiyat da sinemadır”. Sizin bu ikisi arasındaki ilişki hakkındaki fikriniz nedir? Bu kadar iç içe geçmiş iki alanın kendi içlerinde özelleştikleri noktalar nedir sizce?

Anlıyorum ne demek istediğini ama ben öyle bir cümle kurmam. Sinema edebidir, yer yer yazınsaldır. Edebiyat da yer yer sinemasaldır. İki ayrı gezegen ama birbiri etrafında dolanan iki ayrı gezegen. Çok yakın olsalar da birbirlerini ikâme edemezler. Kitabı okurken iç zamanımızda okuruz, sinema ise bize her zaman kendi zamanını dayatır. Biz kitabı okurken, örneğin Tolstoy okurken, o zamanı hayal ederiz, sinema ise zamanı somut olarak önümüze koyar. Muğlaklaştırdığı zaman da edebileşir. Mesela Avrupa zamansız bir filmdir, şiir gibi film deriz onlar için.. Nihayetinde “gibi”dir.O yüzden “sinema edebiyattır, edebiyat da sinemadır” demem, benim açımdan biraz fazla iddialı olur. Sinema yazınsaldır yer yer, edebiyat da yer yer sinematografiktir. Birbirlerini beslerler, ama birbirlerini örttükleri zaman zaten sorun çıkar. İndirgenir, bir şeyi indirgediğimizde sorun var demektir. 

Çağımızın güçlü yazarlarından biri olarak  uyarlama sinema mevzusundaki fikirlerinizi merak ediyorum. Edebiyat metinlerinin sinemaya uyarlanmasında başarılı olma ya da olamama durumları sizce nelerden kaynaklanıyor? Özgün bir senaryo izlemek mi yoksa sevdiğiniz bir eserin uyarlamasını izlemek mi? Örneğin Barbarın Kahkası sinemaya uyarlansın ister misiniz?

Böyle birkaç teklif geldi. İsterim, ama bu fikir beni korkutuyor da. Uyarlama fikri ister istemez gerilim de taşıyor. Çünkü senin yazar olarak özendiğin mesela feminist duyarlılıklar var, ahlaki duyarlılıklar var. Ya onlara bir şey olursa. Yani sinema hikâyeyi sever. Zaten yapımcıyı ya da yönetmeni hikâye çekiyor. Peki ya yazarın kaygısı ne olacak; işlediği, rafine duyumlar, düşünceler? Ya onlar arada giderse gibi kaygılar doğuyor. Mesela öykü uyarlamaları konusunda birkaç senaryo geldi, gelenleri hiç beğenmedim. Çünkü öyküyü astar olarak alıyor, yönetmenin de katılması gereken bir sanatsal iddia olması gerekiyor. Yaratıcı bir uyarlama olması şart, anca o zaman yazarın metnini taşıyabilirsin. Birebir sadık bir uyarlamaya birkaç dokunuş, birkaç sahne, diyalog ekleyerek olmaz. Bir ruhun bir başka ruha telaffuzu, tercüme edilmesi olarak görüyorum bunu. Bu nedenle çok yaratıcı bir bakış lazım. Kerem Ayan benim Kılçık hikâyemi alarak kısa metraj bir film yaptı. Sinema salonunda yüreğim ağzıma gelecekti neredeyse. Çok güzel bir iş oldu. Öyküde, bugün benim tercih etmeyeceğim ahlakçı bir ton vardı, o tonu çıkarıp çok özel bir yorum getirmiş. Bakarsan bir uyarlama, hem de oldukça sadık bir uyarlamaydı. Ama öte yandan tümüyle sinemaya dönüşmüş yepyeni bir üretimdi. Mesela Madame Bovary’nin Fransız versiyonu var muhteşemdir.  Çünkü bu versiyonda yönetmenin Claude Chabrol’un Flaubert’le ilgili bir tasarrufu var. Madame Bovary’nin yazarıyla ilgili fazladan bir yaratıcı katılımı vardır. Mesela Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sı piyes gibidir, boğar. Anna Karenina’nın son bir Amerikan filmi uyarlaması vardı sevmedim mesela, roman yüzeyselleşmiş gibi geldi. Yani yönetmenin eseri o dünyaya nasıl soktuğuyla ilgili. Eser, sadece başlangıç.

©Nazlı Erdemirel

O zaman uyarlama metindense özgün bir metni izlemeyi tercih edersiniz, öyle mi?

Evet, evet. Ama bazı yönetmenler var, mesela Torino Atı’nın yönetmeni Bela Tarr, Macar yazar Laszlo Krasznahorkai ile yaptığı ortak bir çalışmadır, muhteşemdir.

Kelimelerle kurduğunuz evrende kitaplarınızda dünyanın zamanına denk gelen ruh halinin yer aldığını söyleyebilir miyiz?

Bazen, hikâyenin tonu, karakterinin nereden geldiğine bağlı. Karakter güncel bir karakterse ister istemez zamanın ruhunu, zamanın dilini de yanında taşıyor; çünkü onun günümüzden bir kişi olması gerekiyor. Ama bazen kişiler tümüyle kurmaca ve zaman dışı olmak istiyor. O zaman dışılık içerisine kendi dil dünyalarıyla yaşıyorlar. Mesela Yere Düşen Dualar’daki Leylan, kendi dilini konuşan ve içe kapanık bir karakter. Kurduğu dünya da öyle bir dünya, kendi anlatısı da öyle bir anlatı. Yüzünde Bir Yer’deki  anlatıcı da öyle, kendi iç zamanında yaşıyor, helezonik bir döngüde. Ama Barbarın Kahkası,daha güncel, aktüel. O yüzden oradaki dil, iç dünyalarından değil dış dünyalarından geliyor. 

Peki bu roman sizin için bir ihtiyaç mıydı? Yani zamanın ruhunu, dilini taşıyan romanlar, zamanın sıkıştırdığı bir anda mı çıkıyor bu hikâyeler?

Evet, Barbarın Kahkası öyle. Ben bir Türk olmasaydım, Ali İsmail, Berkin Elvan öldürülmeseydi, ben o kitabı yazmazdım. Yine barbarla ilgili bir barbarlık fikrim vardı ama öyle yazmazdım. Şimdi burada, şu anda burada, her şeye şahit olmakla ilgili baskı içeriyor metin. An geliyor, artık yüzünüze yüzünüze çarpıyor gerçek, o gerçeğe kapanıp kendi kavramlarınızla, felsefe dünyanızla meşgul olamıyorsunuz. Biraz da hayat bastırıyor ve bozguncu bir dille yaklaşıyorsunuz. Kendi edebiyatınızı bile bozuyorsunuz; çünkü saldırmanız lazım. Önce neye saldıracaksın, kendine saldıracaksın. Üstüne yapışan zerafete, estet bakışa saldıracaksın. Bozup bozup yeniden imal edebilmek için. 

Peki bir yazarın dış dünyaya tamamen kendini kapatması, kendi dünyasını kurması mümkün mü?

Dünyaya kapanmak değil daha çok kendi dünyasını kurabilme çevikliği. Mesela ben Yere Düşen Dualar’da kendi dünyamı kurabilmiştim. Öyle bir iç ferahlığı vardı. O zaman da Türkiye dertli bir yerdi. Demek ki derdin kimyası da değişmiş. Mesela Sultan ve Şair de öfkeli bir metin. Neden öfkeli? Çünkü iktidarın sanat üzerindeki belirleyiciliği fazla sık olmaya başladı. Biz bir şiddetin içinde yaşıyoruz. Bu şiddetin aralıkları sıklaştıkça uğradığımız baskı o kadar fazla olur. Arkadaşlarımız içeride, sürekli bir yalnızlık, suçluluk duygusu, bitmeyen utanç. Sonra için için ama benim bir suçum yok ki diyorsun. Bunlar ister istemez bizleri angaje yazar haline getiriyor. Yoksa her yazar, bence yazı yazarken dünyaya kapanır ve kendi dünyasını açar, yeni bir dünya kurar. Bu dünya dışı bir dünya değildir, fantazma değildir. Virginia Woolf’un Mrs Dolloway kitabında, 24 saatte geçen hikâyesi dünya dışı bir hikâye değildir. Dünya içi ama kendi iç zamanını kuruyor. 

©Nazlı Erdemirel

Bir söyleşinizde “Türkiye’ye değil. Türkçe yazıyor olabilirim, Türkçe imgelemle yazıyor olabilirim ama benim tercümem yani içsel motivasyonum Türkçe değildir.” Demişsiniz. Bunu başarmış olduğunuzun bir göstergesi de Rückert Ödülü sahibi olmanız. Dil ve kültürle olan bağınızı nasıl anlatırsınız? 

Kültür bir kaynak benim için, kültürle şoven bir ilişki kurmam, kültürü sevmem üstelik. Yani kültür, insanın doğadan ayrılırken kendi aralarında anlaşmak için üretmiş olduğu araçların tümü. Bunun içinde ülke var, devlet var, dil var, cinsiyet, aile meselesi var... Bunların hepsi sorunlu aygıtlar. Yani kültür sadece bir kaynak ama altını oyacağımız, sökeceğimiz, sökerken de eklemlerine, kirişlerine “bunu nasıl böyle takmışlar” diye bakacağımız araçlar bütünü. O yüzden kültüre karşı çok büyük merakım var, mitolojiye vs. ama hayranlık ya da aidiyet ilişkisi kurarak değil, merak ederek. Çünkü hayranlık kurduğum andan itibaren aidiyet ilişkisiyle yerli haline gelirsin ama ben bir yerli olmak istemiyorum. Benim kişisel olarak yerliliğimin tek bir anlamı var, başka bir yerliyi anlamak. Ancak öyle bir vazifesi var benim için. Beni köklerinden, beni aidiyet duygusuyla fark edilen biri haline getirmektense ben dünyaya bir yerli olarak yayılmak istiyorum, çakılmak değil.

Son olarak “Görmek, baktığın şeye bir metin yazmaktır” demişsiniz. Yaşadığımız dünyayı yalnızca bir imaj dünyası olarak tanımlamanın ötesine taşıyorsunuz. Görmenin metinle ilişkisini açabilir misiniz?

Bir şiir dinlerken mesela bir şiiri anlamaya çalışırkenki zamanlarda olur. Zaten diğer türlü gözün faşizmi olur o. Düşünsene her şeyin imge ve imajlarla tahayyül edildiğini. Göz bütün bu demokrasi içerisinde gören, göründüğünü de bilen bir var oluş. Ben sana baktığımda senin tarafından görüldüğümü biliyorum, beni zaten diğer varlıklardan ayıran da bu bilgi. Ama bunun tek, mutlak yansıma olduğunu varsaymak gözü faşistleştirmek olur. Tensellik yani sansualite bütün bedenin şefkatle dünyaya açılmasıdır. Gözümüzü kapatıp bir şeye dokunduğumuzda, oradan bambaşka bir anlam çıkar.

0
7568
2
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle
Geldanlage