21 AĞUSTOS, PAZARTESİ, 2017

“Davamız İlmi, Siyasi ve Edebidir!”

Birbirine uzak iki şehirden, iki ülkeden ve hatta iki kıtadan birbirimize seslenerek, koca bir yaza yayılmış elektronik postalar yoluyla tatlı tatlı sohbet ettik Oylum Yılmaz’la. İkinci romanı Gerçek Hayat’tan hareketle, geçmişten günümüze kadın yazarlık meselesini, edebi, ilmi ve siyasi var olma mücadelemizi konuştuk. 

“Davamız İlmi, Siyasi ve Edebidir!”

Dille başlayalım, ne de olsa önce söz vardı. Gerçek Hayat’ın da kendine has bir söz söyleyişi var. Bir tür ruh yarılmasının dile tercümesi gibi. Leyla’nın ruhu, romanda gezen başka kadınların ruhu, Çukurcuma semtinin ruhu, olayların geçtiği zamanın ruhu... Hepsi eriyip birbirinin içine akmış gibi. Bir tür şizofreni sesi. Yanılıyor muyum?

Yanılmıyorsun tabii ki. Bir romancı olarak sen de çok iyi bilirsin ki, her metin ne anlatırsa anlatsın aslında bir söz söyleyiştir. Gerçek Hayat’ın ortalarına doğru, metnin içinde birinci dalga Türk kadın hareketinin sloganlarından biri kıpırdanmaya başlıyor ya hani: Davamız ilmi, siyasi ve edebidir! İlmi, siyasi, edebi olan şey, her şeyden önce dildir aslında. Çünkü dil, bizi hakikatten hayallere taşıyan bir büyü nesnesidir. Çünkü siyaset de, bilim de, edebiyat da insan hayalinin ta kendisidir! Her şeyin dilde başlayıp bittiğini düşünmüyorum ama yine de ben. Sadece hikâyenin dille başlayıp bittiğini düşünüyorum. Uzun zamandır düşüncede ve edebiyatta dilin bir hapishane olduğunun altı çizildi, insan sınırının dilde başlayıp bittiğine karar verdik. Ve ne tuhaftır ki buradan bir dil tapıncı çıkarıp hikâyeyi unutmaya yüz tuttuk sanki. Gerçek Hayat’taki en temel çabam, hiç kimseye, hiçbir şeye benzemeyen bir dil kurma çabasının temelde akışa, hikâyeye hizmet eden bir şey olduğunu unutmamaktı.

Leyla, sıradan bir okumuş alt-orta sınıflı. Aşktan, bir parça kariyer yapmaktan, kendini çok özel hissetse de aslında içten içe herkes gibi olmaktan başka bir şey istemeyen alelade bir kadın. Ama biliyorsun ki modernizm-sonrası, insanın en sıradan isteklerini bile vermeyen, nefes aldığın her an tüm vahşetiyle seni parçalayıp dağıtan bir büyük ruh öğütücüsü. Bir de insanın talihi de elvermezse Leyla gibi ortada kalakalmak, kendi düşüncelerinin içinde açılan yarıklarda düşe kalka yaşamaya çalışmak kaçınılmaz oluyor. Leyla’nın zihninde açılan her bir yarığa bir ses vermeye çalıştım. Alilerin sesi, Çukurcuma’nın sesi, unutulmuş devrimci kadın yazarların sesi, Büyükada’nın onu uzaktan çağıran sesi, bastırılmış arzuların sesi… Leyla’yı bilmem ama ben bunları tek sese düşürmeden yazabilmek için neredeyse delirecektim! Sanırım metnin esas şizofrenik durumu buradan kaynaklanıyor: Neresinden açıp okursan oku içinde yankılanan tek bir sesi olsun,  hiçbir ses, hiçbir karakter birbirine karışmasın, dediğin gibi birbirinin içine aksın… Umarım bu isteğime bir parça da olsa yaklaşmışımdır. 

Oylum Yılmaz

Peki bu sesi kim çağırdı? Anlatacağın hikâye mi çağırdı sesi, yoksa ses mi hikâyeyi bulup getirdi? Sende hangisi önce yola koyulur?

Aslına bakarsan her şeyden önce bir imge beliriyor benim zihnimde. Ama sesi bulmadan hikâyeyi bulup çıkaramıyorum. Seni çok etkileyen bir rüya görürsün ama ancak onu anlattığın zaman bir şey’e dönüşür, anlam kazanır ya, onun gibi sanırım. Önce belirsiz bir imge, sonra ses ve nihayetinde hikâye geliyor. Gerçek Hayat’ı yazmaya başladığımda aklıma Çukurcuma’da tek başına yaşayan ve hayaletlere karışmak üzere olan bir kadın vardı sadece. Karanlık bir sokak, soğuk bir ev ve etrafta tekinsiz dolanan hayaletler... Ne zaman ki Leyla konuşmaya başladı kendi kendine, ondan sonra hikâye çıktı ortaya. Gerçek Hayat, Leyla’nın kendi kendine söylenmesidir. Senin de öyle mi bilmem, benim zihnim de biraz böyle, yani sürekli söylenerek çalışıyor. Bunu durdurmanın tek yolu da yazmak. Leyla’ya da kendimden bir kader biçtim ve ona “çeneni kapa ve yazmaya başla!” diyen oturaklı hayalet yazarlar gönderdim. 

Hah, ben de o hayalet yazarlardan bahsetmek istiyorum. Bir kere kolay kapılanacak rüzgârlara pas vermediğin, malumatfuruşluğu da, malum yazarların cezbedici şahsi hikâyelerine da kapılıp gitmediğin için seni tebrik etmem lazım. Yazarların metindeki misafirliği tam da romanın sesine eriyerek karışacak cinsten olmuş. Fatma Aliye Hanım “biz ölmeden öldürüldük” diyor bir yerde. Erkek yazarlara bahşedilen son sözü söyleme lütfunun kendilerine bahşedilmediğinden dem vuruyor. Devrimci Kadın Yazarlar Cemiyeti’nin hayaletleri, dünyayla hesaplarını kesme derdinde. Bu minvalde soracağım sana, o yazarlarla şimdiki kadın yazarların, bizlerin ortak bir varoluş davası var mı?

Olmaz mı! Senin, benim, hepimizin o dava için yaşadığımıza inanıyorum ben. Ama bilerek, ama bilmeyerek… Şöyle bir durup baktığımızda, akıp giden yaşam içinde tek bir sebep dahi yoktur aslında yazmak için. Yaşamak varken neden yazalım ki, kendimizi birtakım tuhaf yalnızlıklara hapsedip odalara tıkılıp zamandan, mekândan, hatta insandan soyutlanıp birtakım hayallerin içinde neden yüzüp duralım ki?! Bugün belki, diğer zamanlardan farklı olarak bir parça yazarlık itibarı ihtimali varmış gibi görünüyor, biliyorum ama bu da piyasanın oyunudur. Toplum bizim gibileri istemez. Hayat, yazma der, yaşa! Hele ki kadınsan, hem hayatın hem edebiyatın çarkları seni boşa çıkarmak için dönüp durur. Çünkü her ne kadar yazmak, yazarlık bir kenara itilmeyi göze almaksa, bir yanıyla da söze ortak olmak, iktidara da ortak olmaktır. İşte o söze ortak çıkmak, yeri geldi mi sözü söyleyen olmak, dünyayı döndürüp duran hikâyeleri kendi ellerimizle kurmak inadı, Fatma Aliye’den bugün eline kalemi alan en genç kadın yazar adayının ortak varoluş davasıdır. Kısacası yazar olmak ayrı bir mücadele isterken, kadın yazar olmak ayrı bir mücadele alanı açıyor önümüzde. Ama tabii bizi bölüp parçalara ayıran, edebi hırsların ötesinde birleşmemizi engelleyen, davamızı gölgeleyen şeyler de yok değil. 

Bu davanın çehresi hangi noktalarda değişti sence?

Fatma Aliye, kocası izin vermediği için on yıl kitap okuyamamış, Virginia Woolf, yanında bir erkek hami olmadan kütüphaneye girip çalışamıyormuş… Üç yüz, beş yüz yıl değil, hepi topu geçtiğimiz yüz yıl içinde yaşananlar bunlar. Eline kalemi alan kadınların inadı, bize bugünleri getirdi. Bu anılara şaşırmamızı sağladı. Birincisi, unutuyoruz, unutmamalıyız. İkincisi demin de söylediğim gibi, ben bir yazar olarak senin yazdıklarına burun kıvırabilirim, ya da yine edebi bir hırsa kapılıp kıskanabilirim, bu ayrı. Ama erkeklerin bize açtığı kadın-yazar kontenjanında seni itip o birkaç kişilik yere kendimi sığdırmaya çalışmak, işte bu davanın çehresini değiştiriyor. Hatırlamalı ve bizden önce yazanların, dilde, biçimde olduğu kadar toplumsal hayat içinde de zorla açtıkları alanı da genişletmeye devam etmek zorundayız.

Birbirimizin sesini duymak ve çoğaltmak konusunda sana katılıyorum. Ama mesela verdiğin ilk iki örneği de sonuncusundan çok farklı görmüyorum. Edebi beğeni ve hırs bence ayrı şeyler. Kişisel kompleksler de öyle. Sırf bunlar yüzünden bir yazarı görmezden gelmek ya da itibarsızlaştırmakla, bir kontenjan varsa orayı tek başına doldurma hırsına kapılmak arasında sahiden çok fark var mı? Aslında altını çizmek istediğim, etrafı kuşatan kötücül bulutlar. Hangisinin daha kötü olduğu, kişinin kendi pozisyonuyla baktığı yere göre değişiyor sadece. Bana kalırsa hepsi bir, hepsi karanlık. Bilmem sen ne dersin?

Leyla Erbil, “yazarlık kötülüktür” der Nermin! Ve elbette ki kötülük, karanlık kadar yekpare bir şeydir. Onu bölüp parçalayıp çoğaltmak ise ayrı bir maharet ister... Benim altını çizmek istediğim insanın içinde kıvranıp duran kıskançlığı, haseti anlaşılır bulmak, ama diğer yandan onları ortaya çıkarma biçimini ve onların başkalarına zarar vermeye müsaade etme noktasına gelmesini hastalıklı bulmak. Ama belki de politik doğruculuk yapıyorumdur. Nihayetinde evet, karanlık, karanlıktır tabii…

Oylum Yılmaz

Kadın yazarlık mevzusundan devam edecek olursak, bu tanımla vücut bulan kategoriyi depresif, edilgen, neredeyse aciz bir rafa mı itiyorlar sanki? Tezer Özlü’yü intihar sonucu öldü sananlar var. Hayatını vazgeçmek değil direnmek üzerine kurmuş pek çok kadın yazarı, şairi de öyle. Oradan bakınca yazarların sözünü, edebi gücünü bambaşka bir perspektiften okuma temayülü doğuyor. Bu noktada kadın yazarlık nişanını taşımayı seçmek... bambaşka mücadele alanları da doğuruyor mu sence?

Demin söz ettiğim kadın yazar kontenjanın içine gireceksek, bunu kabul ediyorsak eğer, deliliği, bir tuhaf olmayı, depresyonu, melankoliyi, sevgisiz bir edilgenliği de üstlenmemiz gerekiyor. Bize sunulan tabaktaki yemek bu. Her dönem edebiyat kamusu kadın yazarlığı kendi içinde sindirecek bir yol bulmuş. Hatta bak şimdi deliliğin de modası da geçiyor gibi, erkek gibi kız yazarlar modası başlıyor. Böyle, erkek gibi yazacak, eril dil üretimini devam ettirecek, sözünü sakınmayacak, aynı kaybetmiş arabesk duygusallığında olacak, falan… Şimdi söylerken bile sıkılıyorum! Bizden yazmamızın da ötesinde mücadele etmemizi isteyen, bu mücadeleyi dayatan bir hayat hep var.

Hadi bir de genellemeli gıybet sorusu. Çağdaşımız erkek yazarların kadın karakterlerini nasıl buluyorsun? Kadın karakterlerin esas oğlanın hikayesine tat katacak sos malzemesi gibi kullanıldığı metinlerle karşılaştığında, sana da bazen, yani bazen, bize ruhumuza dar elbiseler kesip biçiyorlarmış gibi geliyor mu?

Ben bir erkeğin yazının başına oturduğu anda artık kadın olduğunu, kadınsılaştığını, kadının da erkekleştiğini düşünüyorum. Çünkü bir yanıyla toplumsal cinsiyetin çizdiği alanı, sınırları da işgal etmektir yazmak. Ama bilinçaltında kendiliğinden işleyen bu süreçte bilinç düzeyinde baş etmek zordur. Erkek egemen edebi alanda kadınsılaşma endişesi başlangıçtan günümüze kendini hep hissettirir. Bununla baş edebilen erkek yazarlar edebiyatı parlatırken, baş edemeyenler gülünç bir kadın düşmanlığına ya da şimdilerde yine çok sık karşılaştığımız maço-eril dilin yaratıcılıktan yoksun alanına savrulurlar. Sözün kısası kadın ruhuna kesip biçtikleri dar elbiselerin içine en başta kendileri sıkışıyorlar. Ve bizim kuşağımızın erkek yazarları kendilerini sıkıştırmakta çok usta! Başka da bir şey demem!

Sohbetin başında olayların geçtiği zamanın ruhundan bahsettik. Işıltılarla beklediğimiz milenyumun karanlık tortusunu fonuna almış roman. Neden anlatmak için o dönemi seçtin?

Bu soru için çok teşekkür ederim. Romanın belkemiği, zamanıdır ve Gerçek Hayat, bir yanıyla milenyum düşlerinin ve umutlarının çöpe atılmasını anlatır. 2000 yılı, toplumsal olarak Gezi’den önce yaşadığımız son umutlu andı. Ülkece ve hatta dünyaca bir sanrıya kapılmış 2000 yılına girdiğimiz anda bir olağanüstülüğün başlayacağına çeşitli şekillerde yürekten inanmıştık. Kıyametin kopacağı beklentisi bile bir umuttu, hatırlıyorsun değil mi, ya da bilgisayar ağının çökeceği falan... Bu sanrı 1 Ocak 2000 itibariyle yok oldu gitti tüm dünyada. Ama biz bugün içine iyice oturduğumuz karanlığa doğru o gün toplumsal olarak ilk adımları atmaya başladık. Önce büyük beyaz yakalı krizi, toplu işten atılmalar, hayata dönüş operasyonları, koalisyon hükümetlerinin sonu ve faşizme doğru gidişatın başlaması… Tüm zamanlar eskidi sanki o yıl, bize öğretilen her şey yalana döndü, içinde yetiştiğimiz tüm değerler ucuz bir aynanın yaldızları gibi tek tek döküldü. 2000 yılında, henüz doğru dürüst yaşayamadan hayat elimde kalmış gibi hissetmiştim ben. Kısacası Gerçek Hayat hem toplumsal hem de bireysel kaybedişimize dair kendimce bir ağıttır.    

Ve tam burada, yeni hayatlarımızın temel kontrol düğmelerinden biri olarak korkudan bahsedelim istiyorum. Değişme, değiştirmek korkusu, yaşama, hakikaten yaşama korkusu, en nihayet yazma korkusu... Korkunun dönüşümü ve bizi usul usul ele geçirerek dönüştürmesi hakkında ne diyeceksin?

Gerçek Hayat’ta Leyla’nın bir kahraman olarak hikâyesi, biraz da bu dönüşümün hikâyesi. Yaşama korkusu, gerçek olma, hayallere karışma korkusu ve nihayetinde bütün bu korkuların içinden onu çekip çıkarabilecek olan yazmaktan korkma. Kısacası bir “ben” olarak adım atmanın gerektirdiği cesaret ihtiyacı. Modernizm bize birey olmayı öğretti, modern sonrası da bu bireyin bütün parçalarını etrafa savurdu hunharca. Sevgi, iyi ahlak, cesaret, inanç vs. bireyin sarılacağı ne kadar kavram varsa hepsini darmadağın etti. Şimdi Leyla gibi bizler, elimizde ne yapacağımızı bilemediğimiz bir benlik bilinciyle kalakaldık ortada. Birey olarak kariyer yapamıyoruz, aile kuramıyoruz, dostlukları yürütemiyoruz ve yaşama korkusu bizi git gide ele geçiriyor. O nedenle Leyla tek başına kahraman olamıyor, Ayten ve Ahsen de onun bir kahraman olabilmek için ihtiyaç duyduğu parçaları. Söz gelimi Ahsen’in bir transeksüel olması ve Leyla’nın bunu son ana kadar fark edememesi de söz ettiğin dönüşüm korkusunun temsillerinden biri. Ya da Ayten’in devrimcilikle yeniçağcılık arasında mantıksız gidip gelişleri… Kısacası ben çıkışı, ben nefesi Leyla gibi yazmakta buldum. Korkumu dönüştürdüm. Elbet başka yollar da var. Gerçek Hayat’ı okuyan insanları kendi çıkış yolları üzerinde düşündürtebilirsem bir parça, kendimi başarılı sayarım.

Suçluluk duygusuyla bilhassa ilgilenen biri olarak, romanda dikkatimi çeken bölümlerden biri şu: “Hem öldürmeyi ne zannediyorsun Allasen, sen? Üzerine zehir püskürttüğün hamamböcekleri, dolap kenarlarına yerleştirdiğin zehirle tir tir titrettiğin fareler, gördüğün yerde terliği şap diye üzerine vurduğun örümcekler, sokak aralarında her şeyden bihaber gezinirken görüp kafanı çevirdiğin yavru kediler, başını bir an okşayıp geçtiğin, bugün olmazsa yarı açlıktan ölecek karınları çökmüş sokak köpekleri... Hepsini sen öldürmedin mi gözünü kırpmadan? Sen değilsen, kimdi o cani?”

Şimdi sana bir kadeh rakı eşliğinde sormak istediğim soru şu: Leyla Ali’yi öldürmenin peşinde ama, sahi, biz kimleri öldürdük? Bizi kimler öldürdü? Peki çoktan öldüğümüzü söyleyenlere inanmalı mıyız?

Etrafıma bakıyorum ve tüm insanlığın kötü, kendisini iyilik meleği zanneden insanlardan başka bir şey göremiyorum bu aralar. Herkes, hepimiz tek tek birer iyilik meleğiyiz ve ama dünya çok kötü, çok vahşi! Leyla da onlardan biri, unutturulmuş devrimci kadın yazarlar ona bir cinayet işlemesini önerdiğinde çılgına dönüyor, onlara iyilik dersleri vermeye çalışıyor. Niye? Bu içimize işlemiş bir hastalık ve dünya biz kendimizi iyilik meleği zannettiğimiz için de bu kadar kötü bir yer. Suçluluk duygusu, insan kendi içindeki karanlığı, kötülüğü görmediği sürece, bütün bunları bastırdığında ortaya çıkan bir şey bence Nermin. Benim içim karanlık, benim içim kötü. Bunu kabul etmeden aldığım her nefes zehirli. Daha önce sorduklarında da söylemiştim, Gerçek Hayat’ı hayalle hakikat, erkekle kadın, iyilikle kötülük birbirine karışsın, bir karışma metni olsun diye yazdım. Yani gerçek hayatta yapamadığımı, görmezden gelmeye, bastırmaya çalıştığım karanlığımı yazınsal düzlemde, bir hikâye olarak ortaya çıkarmaya çalıştım. Karıncayı öldüren, insan da öldürebilir. Biz çok öldürdük. Hiçbirimiz batakhanede açan çiçekler değiliz. Batakhanenin kendisiyiz. Bunu bilerek yine de kendimize ve dünyaya bakmayı başarırsak, korkular da yok olacak, değişim de kendiliğinden gelecek. Yani, belki gelir…

Bense suçluluk duygusunun tam da içimizdeki karanlığın ve dışımızdaki karanlığa yaptığımız katkının bal gibi farkında olmakla ilgili olduğunu savunacağım. Büyük cinayetteki payını görmese niye suçluluk duysun insan? Masumiyetine ikna biçimde ferah fahur yaşayıp gider. Buradaki asıl sorun suçluluk duymamak değil mi? Yani senin de dediğin gibi dünyayı bu hale başkalarının soktuğuna iman edip kendi iyiliğine körü körüne inanmak.

Sinsi bir bilmezden gelme, bilmeyiş var değil mi burada! Ya da görmemek değil de görmezden gelme… Ama ben yine de özde, içerilerde, en derinlerde bir yerde insanın kendini kendine hep akladığını düşünüyorum. Dünya ağrısı dedikleri de bu herhalde. Kendini aklaya paklaya karanlıkların içinde kalakalmak duygusu.

Gel gör ki kendimize söylediğimiz yalanlarla temizlenemeyecek kadar kirliyiz. İnsanlar eskiden kötü şeylerin hep başkalarının başına geldiğine inanırdı. Bu değişti, çoğunluk kurban rolüne eğilimli şimdi. Bu bir biçimde edebiyata da yansıyor elbet. Yeni moda senin de dediğin gibi fena şeyleri hep başkalarının yaptığına inanmak. Kişisel hayatlarda talip olunan bu rol değişimini neye yoruyorsun?

Üzerimize kara bir bulut gibi çöktü “başkalarının mağduriyeti” de ondan. Birileri size çıkıp ne kadar mağdur olduğunu anlatmaya başlarsa, siz de dur yahu, sana ne oluyor esas ben mağdurum demeye başlarsınız. Asıl önemlisi gerçekten de böyle hissediyorsunuzdur. Mağduriyet kurbanlığı doğuruyor, oradan da bu kurbanlığı sahiplenen, kötülüğü başkalarının üzerine atan bir ruh haline varıyorsunuz. Edebiyatın içinde can bulmaya çalışan kırılgan ruhlarla, kurban edebiyatını birbirine karıştıran bir sosyal ortamımız var şimdilerde. Ve ayıklama işi yine hep okurun üzerinde.

Okurun yükü ağır. Buradan gelelim okur-yazar ilişkisine. Sosyal medyayla birlikte okur ve yazar birbirine dokunabilir oldu. Beğeniler, eleştiriler anında aktarılabiliyor. Yalan yok, kalbe çok iyi gelen, dostane, tertemiz bir yanı var bu ilişkinin. Ama yazarın beğenilme arzusunu gıdıklayan, onay ihtiyacını kaşıyan, zaaflarını baskı mekanizmasına çevirebilecek karanlık bir yanı da yok mu? Okurla bu kadar direk ilişki kurmak yazar için, ya da yazarın kendisini bırak, edebiyat için hayırlı bir durum mu?

Of, biliyorsun çok zehirli bir ilişki bu. Kendi zevkini, beğenisini, arzusunu yazara dayatan, edebiyatın içine işlemeye başlayan bir temas söz konusu. Yazarın aklını oyan boşluktaki okur imgesi yok oldu, yerine kanlı canlı, sözünü esirgemeyen, baş etmesi zor insanlar geldi. Daha önce söz etmiştim, kendimi çok tekrarlamak istemem ama, bizim kuşağımızın yazarlarının bundan sonraki en büyük sınavlarından biri de edebiyat adına bu ilişkiyi dengede tutmak sınavı olacak. Ama bu sınavı verirken yine ister istemez eleştiriye dikeceğiz gözlerimizi, eleştiriden medet umacağız bizi yalnız bırakmasın diye.

Cevabını çok merak ettiğim bir soru: Biliyorum ki Leyla Erbil’i çok seversin. Kahramanının adının Leyla olmasında bu sevginin bir etkisi var mı? Bu adaşlık dikkatimi çekti, çünkü ben de Adalet Ağaoğlu’nu kendi dünyamda ayrı bir yere koyarım hep ve Dokunmadan’da kahramanının adını Adalet yapmamın, kuşkusuz başka bir sürü sebebinin yanı sıra, böyle bir sebebi de vardı. Ustaların bizim yollayacağımız bu türden selamlara elbet ihtiyacı yok, ama bizim kuşakta böyle bir göz kırpma, teşekkür etme, geleneğin bir parçası olarak yola devam etmeye çalışma temayülü var mı sanki?

Her kuşakta olan bir eğilim bence bu. Kendi adıma söylersem de, tamamen öyle. Leyla Erbil, Sevgi Soysal, Latife Tekin, Ayfer Tunç, Fatma Aliye, Suat Derviş, Cahit Uçuk ve daha pek çok kadın yazara ve geleneğe işaret edip teşekkür etmelerle dolu bir metin yazmaya çalıştım, bir yanıyla. Bunu kişisel, edebi bir hayranlıkla yapmadım. Hayat kendine durmadan yeni mitler, masallar, hikâyeler ekleyerek devam eder ya, ben de kendimce kendi kişisel mitimi, kendi karanlık masalımı yazmaya devam etmek için yaptım.

Leyla’nın adı da hem Leyla Erbil’den hem dünyanın en büyük aşk hikâyesinin kayıp kahramanından hem de bizim dilimizde kelime anlamıyla Leyla olmanın alttan alta sersemliğe, biraz sarhoş gibi olmaya hatta geçici bir budalalığa işaret etmesinden geliyor.

Oylum Yılmaz

Öyleyse bu sohbet vesilesiyle bizden önce yaşamış, yazmış, sözcükleriyle bizi büyütmüş, ışık olmuş, yolumuzu aydınlatmış bütün ustalara; çetin yollardan cesaretle geçerek kendilerinden sonra gelecek olanlara edebiyatın kapılarını açan bizden evvelki kadın yazarlara minnet ve teşekkürlerimizi gönderelim mi?

Benim içimde büyük bir öfke var, biliyor musun? İnsan hayatının kendi seçimleriyle oluştuğunu ve kimseden teşekkür beklemediğinin farkındayım elbette ama üç hayalet yazarım nezdinde, bugüne kadar yazıp çizen, hayatını kariyerin ve para kazanmanın ya da toplumsal cinsiyetin hakkını verme çabasının dışında geçiren, yazmak ve söylemek için direnen herkes adına içimde bir öfke var. Güçlü ve öfkeli bir selam olsun!

Olsun. Güçlü ve öfkeli bir selam... Bu güzel sohbet, bu güzel roman ve inandığın o dünya için teşekkürler Oylum. 

Ben de çok teşekkür ederim. 

Fotoğraf sanatçısı: ANJA NIEMI 

0
7005
0
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle