03 MART, PERŞEMBE, 2016

“Ben Edebiyatçıyım Aslında; Gazetecilik Çok Sonradan”

Ece Temelkuran’ı önce gazete yazılarıyla tanıdık. Sonra romana geçti ve şimdi biz de roman okurları olduk. 42 Maslak Art!SPACE’de yaptığımız söyleşimizde, gazeteciliğe başladığı yıllardan romanlarına kadar her şeyi konuştuk.

“Ben Edebiyatçıyım Aslında; Gazetecilik Çok Sonradan”

Ece’yi ilk olarak Cumhuriyet Kitap’ta görmüştüm. Orada söyleşileri ve yazıları vardı. Ankara’da yaşıyordun o zaman değil mi? 

Evet. Ankaralı şairlerle söyleşilerim meşhurdu. Ama sen görmeden evvel ben Cumhuriyet’e ilk evvela paspas olarak başladım.

Ne demek o?

Şöyle ki, ben gazeteciliğe başladığımda usta çırak ilişkisi korkunçtu. İlk altı ay kimse bana merhaba bile demedi. Ben Anadolu Lisesi mezunu, kendimi üç aşağı beş yukarı dünyanın en zeki zanneden insanı olarak, çok fena bir biçimde yerlere yapıştım. İşte manşet haber yapıyorum imzamı koymuyorlar filan. İmzamı görmeye başladığımda çoktan sinir sistemim bozulmuş bir gazeteci olmuştum yani.

Unutulmaz da bir imzan var: Ece Temelkuran.

“Ünlü olmaya mahkumsun” demişti birisi bana.

İlk Hayat Üçlemesi birinci kitabı olarak İç Kitabı çıktı.

Yok, Bütün Kadınların Kafası Karışıktır çıktı, gerçek acemi işi. 23 yaşında, Ankara’dan sarı bir zarfa bütün yazdığım şeyleri koydum ve bu kitaba benzeyen şeyi gönderdim. Sonra Can Kozanoğlu, ilk editörümdür Can, beni aradı. O dönemde TRT 2’de kitap programı yapardı ve çok popülerdi. “Can Kozanoğlu ben” dedi. Ben de “Hadi be” filan dedim. İnanmadım çünkü Can Kozanoğlu’nun beni arayacağına. Neyse ardından İstanbul’a gittim. Yazar olduk 23 yaşımızda.

O kitap seni tanıttı.

Bir oyun yapmaya çalışıyorlar o kitaptan. Ankara’da yapıldı şimdi İstanbul’da yapmaya çalışıyorlar. Bana da garip geliyor 23 yaşımda yazdığım kitabı insanların şimdi okuyor olması. Aradan neredeyse 20 yıl geçti, şimdi olsa asla yazmayacağım bir kitap, çok fazla cesur…

Haydar Ergülen ve Ece Temelkuran ©Ragıp Özdemir

Peki, İç Kitap için ne diyorsun?

İç Kitap en ağır kitabım, hiç tavsiye etmem. Ciddi söylüyorum. Edebiyatla özel ilgisi olan ve “Bileklerimi kesmek istiyorum acaba ne yapsam?” diye düşünenler yoksa İç Kitap’ı tavsiye etmem. Ama öldükten sonra benden geriye kalacak şey o olacak diye tahmin ediyorum.

Daha sonra da diğer iki kitabın çıktı. Dışarı’dan ve İçeri’den…

Onlar gazete yazıları…

Dışarıdan ve İçeriden yazılar diye ikiye ayırmışsın onları. Dışarıdan yazıların girişinde “Ben yeryüzü kayıtları tutan biriyim. ‘Hakikat işçisi’ deyin, ‘yazı gündelikçisi’ deyin; hükmü bir gün süren gazete kağıtlarına yazılar yazıyorum. Benden önce gelmiş, benden sonra gelecek olan benzerlerim gibi, insanlığın daha adaletli ve vicdanlı olabileceğini hatırlatıyorum.” diyorsun. Tabii çok güzel cümleler.

Güzelmiş ben de dinliyorum şimdi. 

‘Hakikat İşçiliği’ ve ‘Yazı Gündelikçiliği’ biri çok iddialı, biri de çok iddiasız bir tanım. Yani ikisini de tanım olarak kullanmışsın, bu nasıl bir şey?

Gazetecilik öyle bir şey ama… Lüzumsuz iddialı bir şey ve aynı zamanda aslında hiç iddiasız bir iş. Gerçekten her şeyi biliyormuşsun gibi davrandığın yazı, aynı günün öğlen saatlerinde bir inşaat işçisinin masasında sofra kağıdı oluyor ve ertesi gün kimse bir şey hatırlamaz büyük olasılıkla. Gazete yazarlığıyla normal yazarlık arasındaki fark bana şu nedenle çok çarpıcı geldi; Örneğin Çetin Altan’ı, İlhan Selçuk’u ya da bir önceki nesilden yazarları, onları bugün hatırlayanların sayısını bir düşünün bir de Yaşar Kemal’i ne kadar çok insanın hatırlayacağını. Çünkü yazı kalan bir şey ama gazete yazısı o kadar kalıcı değil. Kalsa bile bir geçerliliği yok gibi geliyor bana.

Evet, ama bana kalırsa mesela saydığın isimler iyi oldu. Çetin Altan dedin, İlhan Selçuk belki bir iki kişi daha eklenebilir. ‘Edebiyatçı Gazeteciler’…  İlhan Selçuk hani bir romanı var sanıyorum. Ya da iki romanı var.

Yüzbaşı Selahattin’in Romanı’nı biliyorum.

Evet, o meşhur romanıdır. Çetin Altan edebiyatçı tabii… Bir çok kitabı var, röportajları var. Bir de gazete yazıcılığı da aslında deneme yazıcılığı ve bir edebiyat türü, sen de buna eklendin..

Deneme yazdığım zaman evet.

Ama onları zaten deneme diye okuduk hep Dışarıdan ve İçeriden

Ama siyasi yazılar, memleket karmakarışık ve gergin olduğu için, inanılmaz bir kutuplaşma olduğu için normal bir cümle kurduğunda bunun adresine gitme ihtimali çok küçük. İnsanlar her iki ya da üç kampta da her neyse kendilerinin kampına hitap eden o beş cümleyi ezberliyorlar ve o beş cümlenin dışında bir şey söylediğin zaman, bu sefer o üç kamptan da ateş altında kalıyorsun. Dolayısıyla gazete yazısında her gün bir tavır göstermen gerekiyor. Geçen gün Amerika’da gazeteci bir arkadaşım “Burası hapishane gibi” dedi. “Ha biliyorum” dedim. Zannettim ki şeyi söyleyecek işte hiç özgürlük yok şöyle böyle… “Hayır, onu demiyorum” dedi. “Hapishaneye düşünce mutlaka bir çeten olması gerekir ya, yoksa öldürürler seni. Burada da entelektüel ortamlar öyle” dedi. “Mutlaka bir çeten olması lazım” dedi. Siyasi ve entelektüel ortam… Türkiye’deki edebiyat dünyasında da herkes kendi sahnesinde birazcık… Her ne kadar hoşuma gitmese de ben de öyleyim itiraf edeyim. Çünkü kimsenin kimseye güvenmediği bir ülke, kimsenin kimseyi sevmediği bir ülke ve bu da İstanbul’un edebiyat dünyasına çok yansıyan bir şey.

Gazete yazıcılığı dediğin şey, ‘yazı gündelikçiliği’ güzel tabii ben onu daha çok sevdim…

Gazetede ben haftada üç kez yazmak için büyük bir savaş verdim. Normalde beş, mümkünse altı gün yazmanızı istiyorlar. Hep üç gün yazdım. 

Çok…

Çok tabii. Bir insanın haftada üç gün iyi bir fikri olamaz. Eğer çok şanslıysa ayda bir… Benim ısrar etmem gerekti. Ama Türkiye’de öyle bir gelenek var işte. “Bugün sabah kalktım aklıma bu konular geldi” filan diye yazı yazma geleneği var ve işin komik tarafı ben bu işi 20 yıl yaptım. Mesela benim ömrüm kadar yazı gündelikçiliği yapan insan var. Sıkılmıyorlar mı kendilerinden merak ediyorum yani. Hasan Cemal’e söyleyip duruyorum bunu “Gerçekten mi sıkılmıyorsun?” diye. Yani çünkü hakikaten Türkiye’de aynı şeyler oluyor ve aynı şeyleri tekrar tekrar yazıyorsun.

Hala yazıyor mu bilmiyorum ama Hasan Pulur var mesela, babam okurdu sonra ben okudum...Ben de tam böyle senin kitapların, gazete yazıların gerçi sen de söyledin “Türkiye’de pek bir şey değişmedi hep aynı şeyleri yazmak zorunda kalıyoruz” dedin ama daha adaletli, daha vicdanlı olmaktan bahsediyorsun. vicdandır, adalettir, merhamettir, şefkattir Sen onu yaptın bir bakıma çünkü mesela bazı köşe yazıcıları bir “histerik” lafı kullanarak mesela Cumhuriyet mitingleriyle, İzmir'le ilgili şeyler yazdılar, korkunç bir taarruz  başlatmışlardı ve herkes histeriye kapılmış olarak adlandırılıyordu. Sen bunlara karşı bence çok iyi şeyler yazdın.

Teşekkür ederim.

Bunu sadece bir İzmirli olarak değil, bence bir Cumhuriyetçi olarak, demokrat olarak yaptın. Çünkü hepimizin ihtiyacı olan şeyler. Laiklik şart.

Herkesin kafasının karışık olduğu bir 10 yıl geçirdik. Bütün anlam haritası değişti ülkede. Doğru-yanlış, iyi-kötü, güzel-çirkin bunların hepsi çok radikal bir şekilde yer değiştirdi ve bence yanlış yerlere oturdular. Haklı-haksız, adil olanla-olmayan, güçlü-güçsüz bunların hepsi karıştı. Güçsüz olmana rağmen güçlüymüş gibi ve üstelik ceberrutmuş gibi davranıldığımız zamanlar oldu. Vesaire vesaire… Bu anlam haritasının ben Gezi protestoları sırasında yeniden yerli yerine oturduğunu düşünüyorum. Herkese biraz, hem kavramlara hem insanlara iade-i itibar edildiğini düşünüyorum ben. Siyasi rüzgarlarla değişen entelektüel modalar oluyor ve geçtiğimiz 10 yıl boyunca laiklik bu modalardan bir tanesi değildi, onu aşağılamak modaydı. İşte ondan sonra demokrasi sözünün tam karşılığının ne olduğu belli değildi ve bir kesimin malı haline geldi, hani biz artık onu söyleyemiyoruz o bize ait bir sözcük değilmiş gibi oldu. Adalet bizimle ilgili bir şey değilmiş gibi oldu. Bizim isteyebileceğimiz falan gibi… Şimdi herkesin birazcık daha o bakımdan, kavramlar ve karşılıkları bakımından sakinleştiğini ve insafa geldiğini düşünüyorum. Aynı esnada ben de Türkiye’nin en büyük faşistiydim yani. Ne saçmalık… Dolayısıyla toplumlar böyle delirmelerden geçiyor. Delilik dönemlerinden geçiyor.

Haksız olan hala güçlü olabilir bu önemli değil ama biz haksız olanın kim olduğunu biliyoruz en azından önemli olan bu. Kavramların yerli yerinde olması daha önemli. Kimin ezildiğinden ya da işte o dönemdeki semptomatik durumlardan… Biz şimdi en azından biliyoruz neredeyiz, kimi savunuyoruz, nasıl savunuyoruz ve hangi dili kullanıyoruz… O dönemde İzmir’de bayrak mitingleri olduğunda, Cumhuriyet mitingi pardon… Bazıları da bayrak mitingi mi diyordu ona? Son derece milliyetçi bir tarafı vardı o mitinglerin. Pek de onaylamadığım, ama bir tepki de vardı orada. Yani bu gidişata bir tepki ve bazı insanlar hakikaten ellerinde bir araç olmadığı için bayrağı ve cumhuriyet lafını kullandılar. Bu evet yani dünyanın süper şahane Gezi gibi renkli, kaotik ve bizi her şeyi ile anlatan bir eylem değildi. Ama bir tepkiydi yani ve okunması gerekiyordu. Ben de okudum ve okuduğum için o dönemde çok suçlanmıştım.

Şiir bir ihtiyaçtır diye düşünürüm. Yani sorarlar bazen “Niye şiir yazıyorsun?” “İhtiyaç duyduğum için yazıyorum” çünkü benim ihtiyacım var ve bunu paylaşma ihtiyacım var, demek ki senin de ihtiyacın var. Bu ihtiyaç silsilesi halinde gidiyor. O zaman dedim ki; edebiyatın bir ihtiyaç olduğu ama aynı zamanda gazete yazıcılığının da bir ihtiyaç olduğu, bu ihtiyacın karşılandığı dönemler ve insanlar oluyor. Sen de benim için bu yazarlardan birisin, insanların çoğu da seni gazete yazılarından tanıdılar.  Tabii orada  edebiyatçılığının izleri vardı.

Ben edebiyatçıyım aslında. Gazetecilik çok sonradan. Sekiz yaşında annem bana şiir defteri aldı ve zannettim ki benim şiir yazmam gerekiyor. Şiir yazmaya başladım hakikaten, bence çok hoş şiirler şimdi bakıyorum. Böyle başkaldırı şiirleri falan… Her neyse ama bu yazmak denen şeyin ben harfleri öğrenmeye başlamadan önce başladığını düşünüyorum. Ve birçok yazacağın şeyi aslında harfleri öğrenmeden önce biriktirmeye başlıyorsun. Başka türlü bakmakla mı ilgili her neyse bilmiyorum ama edebiyat hep vardı. Sonra gazetecilik buna en yakın şey olduğu için seçtim ama pek de iyi bir fikir değilmiş. Bu kadar tecrübeden sonra fark ediyorum bunu çünkü…

Zaman kaybettiğini mi düşünüyorsun?

Hayır, öyle değil ama şimdi ben ne zaman roman yazsam veya romanla bir yere gitsem “Ece Hanım ne zaman gazete?” filan diye soruyorlar.

Hangi gazete?

O ayrı, ‘hangi gazete’ meselesi ayrı. Gerçekten beni kimse istemiyor. Ama sen dedin ya ‘ihtiyaç meselesi’ diye, hiç ihtiyaç duymuyorum ben şimdi gazete yazısına. İhtiyaç duyduğum zaman insanların meseleleri daha az algıladığı zamandı, durumları daha az gördüğü zamandı. Şimdi herkes her şeyi biliyor zaten, neyi yazacağım? Biraz geveze bir şey gazetede yazmak, gönüllü olarak seni zaten geveze yapıyor. Çok konuşuyorsun çünkü çok yazıyorsun. Bir de üstüne üstlük televizyonlara da davet ediliyorsun falan. Elimiz yüzümüz düzgün diye bizi her konuya davet ediyorlar. Şimdi hiç kimse çağırmıyor. Çok mutluyum, acayip keyfim yerinde.

Ben unutmuşum televizyonu sormayı...

Televizyon programı bile yaptım ben zorla yani. “Kıyıdan”, Aylin Aslım ona çok güzel müzik yapmıştı. “Kıyıdan köşeden gel” diye. Sonuç olarak biraz da aptallaştıran bir şey. Herhalde benim entelektüel seviyem daha sofistike bir şey gerektirir diye düşünüyorum. Artık bu tür bir içerikle ilgili bir şeye ihtiyaç olduğunu düşünmüyorum gazetelerde. O yüzden de insanlar tavır bekliyorlar, daha çok öfkelenmeni bekliyorlar ama daha çok öfkelenmek beni besleyen bir şey değil. Entelektüel aklı besleyen bir şey de değil bence işin kötüsü. Evet, öfke yaşamayı devam ettirmemizi sağlar ama, bu kadar ağır, kesif, katıksız öfke beni paralize ediyor, felç oluyorum yani. O yüzden birazcık daha yukarı, kenara her neyse işte, birazcık daha dışarı çekilip günlük gerçeklikten ziyade daha derin bir hakikatle meşgul olmaya çalışmak daha insani geliyor bana ve daha önemli bir ihtiyacı karşıladığını düşünüyorum. Bu kitap da, Devir de olağanüstü politik bir kitaptır aslında. Anlatmaya çalıştığım şey bugündü. Durup dururken “Hadi bakalım hep birlikte 1980’i hatırlayalım” diye yazmadım. Bugünü anlamak ve bundan sonra ne olacağını göstermek için yazdım. Bence aynen o kitapta olduğu gibi olacak. Zaten aynı yerdeyiz 1980 ile diye düşünüyorum. Aynı siyasi temsil krizi var, aynı ekonomik bunalıma gidiyoruz, aynı kutuplaşma var… Bu memleketin hamurunda bir şey olduğunu düşünüyorum. Giderek ona inanmaya başladım, yani 20 yıl bu memleketi iş, meslek olarak izledikten sonra dedim ki hamurunda bir dert var. O derdi anlamak için de gazete yazarlığından ziyade edebiyatın daha manalı ve etkili olabileceği kanısındayım.

Haydar Ergülen ve Ece Temelkuran ©Ragıp Özdemir

Biz Burada Devrim Yapıyoruz Sinyorita kitabı, Venezuela devrimini gözlemleyip anlattığın kitap, sonra arkasından gelen ölüm oruçlarıyla ilgili kitabın, Ne Anlatayım Ben Sana... 

Sonra öğrendim, hikaye gibi belgesel kitaplar… Özellikle Biz Burada Devrim Yapıyoruz Sinyoriya bayağı çizgi roman gibidir yani.

Unutulur mu?

O zaman, gerçi bunu burada anlatmak tuhaf ama 96’da ilk sert gerçekliği o zaman gördüm. Gözümüzün önünde insanlar ölüyor, yaşlı anneler, babalar filan… O zaman Oğlum Kızım Devletim diye bir kitap yazdım.10 yıl sonra aynı şey tekrar etti, Türkiye’de her şey tekrar ediyor dediğim o. Yaklaşık 10 yıl sonra, Hayata Dönüş Operasyonu, hapishanelerdeki olaylar başlayınca bu sefer 10 yılı anlatan ve hiçbir şeyin de değişmediğini anlatan başka bir şey yazdım. Ne Anlatayım Ben Sana, hep o kadınların cümlesidir, o 10 yılda da hiç değişmedi. Bir şey sorarsın “Teyze ne oldu?” filan “Ne anlatayım ben sana?” der ve hikayeyi öyle anlatmaya başlar, o yüzden kitabın adı da öyle oldu zaten.

Evet, sonra Ağrının Derinliği kitabı geliyor 2008’de.

Sevgili Hrant…

Ermeni ve Türklere beraber bakmayı deneyen bir kitap…

Evet, Hrant’ın ruhuna gitsin. Yani o çok istiyordu. “Ermenileri insan olarak anlatacak biri lazım. Saçma sapan şeyler yazıyorlar. Öyle değil senin gitmen lazım” falan. Beni zorla gönderdi o Ermenistan’a. Hakikaten de güzel bir yazı dizisi oldu, benim için de çok ufuk açıcı bir şey oldu. Neyse sonra geldim. “Şimdi de Fransa’ya gitmelisin” Fransa'ya da gittim, sonra “Şimdi de Amerika’ya gitmelisin” dedi ve “yok gitmeyeceğim yeter artık” filan diye böyle konuşurken, öldürdüler Hrant’ı. Birkaç gün vardı işte buluşmamıza. Neyse “Bundan kitap yazmalısın sen” falan diyordu. Biraz, yani hepimiz üç aşağı beş yukarı suçlu hissettik gibi geliyor. Ben çok hissettim. 2 yıl falan Hrant’ı hep rüyamda gördüm, su akan bir yerde hep etrafında çocuklar var. Garip bir şekilde onu koruyamadık. Çünkü hatırlıyorum, “Ölüm tehdidi alıyorum” diyor. “Ben de alıyorum ne var” filan… Yani bu yazarlar arasında bir geyik muhabbetiydi gerçekten. Alıyordum çünkü, o da alıyordu, öbürü de alıyordu ama o Ermeni, onu öldürebilirler. Benim basmadı kafam ona yani. Çünkü öyle bir şey düşünemem ki ben… Neyse nitekim öldürüldükten sonra, bu konuları artık rahat konuşuyorum, daha önce bu kadar rahat konuşamıyordum. Oxford’a gittim o kitabı yazmak için. Birkaç dilde yayınlandı; İngilizcede, Hırvatçada ve birkaç dilde daha yayınlanacak şimdi. İstiyorum ki böyle her biri yayınlandığında “Aferin kız” demiş olsun.

Muz Sesleri ilk romanındı. 2010… Gazetede yazmadığın zamanlar mıydı? 

Yok, ama çok düşük irtifada gittiğim zamanlar… Canım yazmak istemiyordu, yine de Hizbullah ile ilgili kitap yazmaya gittim esas. Lübnan Hizbullahı ile ilgili kitap yazmaya gittim Beyrut’un güneyinde onların ofisi var. Haftalarca beklettiler ve ben çok sinir oldum. Bir an bana geldiler ve hakikaten bir aydınlanma yaşadım “Ben cevapları biliyorum, niye bekliyorum” dedim. O zaman deniz kenarına gidip bir şeyler yazmaya başladım. Büyük macera tabii ve büyük sıkıntı… Çünkü gazetecilikten gelince neyin satacağını biliyorsun. Tırnak içinde neyin okunacağını biliyorsun. Ama edebiyatı biliyorum, yani yapmışlığım olmayabilir ama iyi edebiyat ne biliyorum. İkisinin arasında çok gittim geldim. Şimdi kitaplara bakınca okunması daha zor bir kitap ama samimi bir çaba... Onun seveni de çok oldu, birkaç dilde yayınlandı daha da yayınlanacak. Şimdi Çinli editörüm gelmiş, çok sevmiş onu anlatıyordu. Çin’de yayınlanacak. Çok araştırma yaptım o kitap için, Beyrut’ta Beyrutluların bilmediği bir sürü şey biliyorum; hem tarihle ilgili hem gündelik hayatla ilgili. O kitabı yazarken aslında ben niye edebiyat yapıyorum, gazetecilik yapıyorum diye düşündüm. Aslında bu anlamda ikisi farklı dil. Serseri bir hayatı meşrulaştırmak için yapıyorum galiba. Çok meşrulaştıran bir şey çünkü. Şimdi şöyle Güney Lübnan’a bir tane muz tarlasına gidip orada çalışan bir adama “Muzlar ses çıkarıyor mu ağustosta?” diye sormak için iyi bir nedeninizin olması lazım. Ben zannettim o kadar uzun süre yaptıktan sonra, gazetecilik ciddi bir şey ve sorularına cevap veriyorlar. Ben şimdi bunlara roman yazıyorum desem kimse beni ciddiye almaz filan diye. Sonra fark ettim ki tam tersi roman yazdığını söyleyince insanlar öyle şeyler anlatıyorlar ki, gazeteci olarak asla bilemeyeceğin ve dinleyemeyeceğin şeyler bunlar. Tuhaf bir güven duygusu veriyor roman fikri insanlara ve daha kalıcı bir şey mi bilmiyorum her neyse ya da gazetecilik daha saldırgan bir kavram belki de. Roman yazmaya başladıktan sonra insanlardan hiç duyamayacağım hikayeleri duymaya başladım. Yakın bir zamanda bir mektup aldım ve böyle şeyler başıma gelmeye başladı. Bu yüzden çok şanslı hissediyorum kendimi, roman yazmaya başladığım için de kendimi tebrik ediyorum. Yaşlı bir kadın bana bir bavul dolusu dergi bırakmış ölürken. Ankara'da. Çok acayip bir şey değil mi? Bir gazeteciye bunu yapmazdı herhalde. İşin komik tarafı annemin gizli mektupları vardı. Ben ilk romanımı yazdıktan sonra annem de o mektupları bana verdi. Romancılığın, edebiyatın daha doğrusu garip bir etkisi ve büyüsü var insanlar üzerinde. Bir şey oluyor ve olan her neyse bütün hikayesini sana teslim etme güveni hissediyor.

Sonra deneme kitapların var. İkinci Yarısı ve Kayda Geçsin...“Umut pek güven duyduğum bir sözcük değil ben inadı tercih ederim” diyorsun. “İnsanın yine de her şeye rağmen iyi olabileceğine, bu ülkenin içinde, dövüldükçe içinin çok derinine kaçmış bir iyilik tohumu olduğuna dair bir inatçı imanım var. Benim de, benim gibilerin de bu ülkeye dahil olduğunu söylemek, sonra yeniden söylemek için sağlam tutmaya çalıştığım bir inadım var. Biz varız. Yani biz de varız..." yani güzel bir cümle “Biz de varız” evet, oradan kısa bir alıntı.

Şimdi garip bir şey, biz de varız hikayesinin nedenini de söyleyeyim. Gezi olaylarının ben öyle bir şey olduğunu düşünüyorum en temelinde. Biz de varız demenin bir çeşidi olduğunu düşünüyorum. Yani bizim var olduğumuzu kabul etmeyen sosyal hayata karşı bir direniş gibi geliyor bana. Biz de varız arkadaş bu memlekette gibi bir şey. Bir de o kitapta eski yazılardan bir tanesiydi oraya koymuştum. Bu liseliler, bunların sınavlarında yolsuzluk filan yapıldı ya hani, liseliler İstiklal’e çıktılar 2010 yılında falan. O zaman oraya “Üç yıl sonra görün bak ne olacak diye” diye yazmışım. Hakikaten üç yıl sonra Gezi oldu, çok acayip. Bunu duymasınlar şimdi beni örgütledi zannederler. Adımız çıkmış ama hakikaten o görünüyordu yani. Dikkatli bakınca bu gençlerden bir şey çıkacak görünüyordu. Çünkü bizim gibi yetişmediler. Biz korkuyu bilerek büyüdük, onlar her şeyden azade büyüdüler.

O zaman korkuyu bilmiyorlar mı yani?

Şöyle, devletle ilişkileri öyle değil. Çünkü siyaset bilmiyorlar. Siyasi tarih unutturulmuş falan filan. Biz biliyoruz başımıza neler geleceğini onlar bilmiyor. Bir kısmı, hepsi değil tabii. Dolayısıyla korkuyu yenmek için onlar daha uygun insanlar. 

O zaman “Dövüldükçe içinin çok derinine inmiş bir iyilik tohumu” dediğin orası herhalde.

Evet, aynı nedenle Devir’i yazdım zaten. Buna inanmak, inanmayı seçiyoruz tabi. Kendiliğinden inanmak zor bir şey de iyilik tohumu olduğuna ama inanmayı seçiyoruz. Geçen gün Ahmet Ümit’le rakı içtik. “Meyhanedeyiz Biz” röportajları içerisinde. Neyse Ahmet Ümit’e söyledim “İnanıyor musun bu ülkeye?” dedim. O da “İnanıyorum” diye, öyle bir şey konuştuk. 

İkinci romanın Düğümlere Üfleyen Kadınlar… Ona gelelim. Ortadoğu’da geçiyor “O yaralı coğrafya” diye. 

Düğümlere Üfleyen Kadınlar’ı Tunus’ta yazdım. En kötü zamanım, İşten atıldım ama o önemli değil. Daha önceden de işten atılmıştım biliyorum işten atılmayı. 30 saniye sürdü işten atılmam. Fatih aradı ‘tamam’, ‘tamam’ 30 saniye sürdü. İşten atılmak çok zor bir şey değil, sonrası çok kötü. Anamı ağlattılar dalga filan geçerek…Çok fenaydı. Sonradan herkesi linç etmeye başladılar. İnsanları itibarsızlaştırıyor falan filan. O zaman fena olmasının nedeni kimse bilmiyordu ve bir tek bana yapılıyordu.

Sana yapıldı, sonra Nuray Mert’e…

Evet, sonra biz böyle zincirleme gittik. Önce Banu atıldı. Ben Banu’yu savunan bir yazı yazdım ben atıldım. Nuray, beni savunan bir yazı yazdı Nuray atıldı. Bir ayda üçümüzü de gönderdiler.

 Ece Temelkuran ©Ragıp Özdemir

Kadınlar…

Tek kadınları savunan olmaz. Berbat bir dünyadır yani bu gazetecilik dünyası. Neyse oraları geçiyorum artık. Sıkıldım anlatmaktan bir de. Ama işte o en kötü zamanda o kitabı yazdım o da iyi oldu.

“Bir kadın ya da bir ülke nasıl sevilir sahiden?” diye soruyorsun ya orada. Yola en azından bu soruyla çıkılabilir.

Bu mesele benim kafamı çok kurcalıyor. ‘Kadın nasıl sevilir’ meselesi değil de, ‘ülke nasıl sevilir’ meselesi çok kurcalıyor.

Nasıl sevilir?

O kadar çok nefret ettiler ki benden bu ülkede, düşünmek zorunda kaldım. “Ben bu ülkeyi neden seviyorum? Hala seviyor muyum? Niye biz seviyoruz ülkeyi?” meselesi üzerine bayağı derinlemesine birkaç yıl düşünmek zorunda kaldım ya da düşünmeyi seçtim. Neyse en sonunda da şöyle bir şey yazdım. İngilizce yazdım bunu da enteresan bir şekilde. Ülke nedir? diye bir yazı yazdım. İnternet sitesinde var İngilizce olarak ve şuna karar verdim. Ülke aslında bir masadır. Sadece sevdiğin insanların doldurduğu bir masa. O kadar yani aslında. Ama yurtdışında rakı içince aynı olmaz yani. Hiçbir şeye de benzemez. O masayı da buradan alıp başka bir yere koyunca da hiçbir şeye benzemiyor işte. Ülke o masanın etrafını saran bir boşluk, o boşluğun var olmaması çok hissediliyor. Bir de mesleğimden mütevellit çok fazla mülteci tanıdım ve hiç mutlu mülteci görmedim. En ünlüleri, en ödüllüleri, en zenginleri de dahil olmak üzere söylüyorum.

Yurt dışına gidenleri mi söylüyorsun? Bizimkileri?

Sadece bizimkileri değil, bütün dünyadakileri. İran’dan, Irak’tan, oradan burada… Zor bir şey ülkenin dışında yaşamak, yaşamak zorunda kalmak en zoru zaten. Ama bu ‘kadınları nasıl sevmeli’ meselesi daha eğlenceli tabii. Şimdi ben süper kahramanlar yaratıyorum. Erkek kahramanlar… Çok şahane bence. Doktor Hamza işte Muz Sesleri’nde, Düğümlere Üfleyen Kadınlar’da Muhammet… Fakat Muz Sesleri’nde Doktor Hamza, bayağı sağlam bir erkek yani iyi hoş bir adamdır. Çok komik bir şey oldu. Editörüm kadın benim “Böyle bir adam yok” dedi. Sonra ben bunu başka kadınlardan da duydum. Kadın okuyucular böyle diyor “Öyle bir adam yok.”

Beğenmediler mi adamı?

Hayır, çok beğendikleri için. Erkek okuyucular ne diyor “Aynı ben”, böyle bir şey yok. Hangi erkeğe sorsam “Aynı ben” diyor, çok komik. Sonra Düğümlere Üfleyen Kadınlar’da dedim ki, ben daha fazla bu saçmalığı kadınlara yaşatmayayım. Yok böyle erkekler gerçekten diye bir tane kötü karakter koydum işte Cezmi diye.

Amira diye bir kadın da yok!

Var, adı da Amir. Ciddi söylüyorum şaka değil. Benim arkadaşım Berlin’de dansçı. Berlin’e taşındı. Meryem diye bir kadın yok, adı başka.

Devir, Ece Temelkuran’ın son kitabı. Roman yazmaya devam etmeni arzu ediyoruz.

Teşekkür ederim. Haiku gibi şeyler yazmak istiyorum aslında. Ne deniyor onlara? Snap story mi, bir şey deniyor unuttum şimdi. Yani öykünün haiku formu gibi. Yazan çizen var yurtdışında gördüm, burada da vardır eminim.

Bazen tek cümle de olabiliyor.

Öyle mi? Onlar hoşuma gidiyor aslında.

Mesela benim en sevdiğim hikayelerden biri Tarık Günersel’indir. 20 sene önce yazmıştı. İki kelime… “Cellat naziktir.”

Biri de de Ernest Hemingway’in di galiba değil mi? “Satılık çocuk ayakkabısı, hiç kullanılmamış.” Her neyse, geçen gün Robert Musil, mükemmel bir adam, Türkçesi var mı bilmiyorum ama “Ölümden Sonra Yayınlanmak Üzere” gibi bir kitap işte. Adam ölümünden sonra yayınlanacak şeyleri yazmış. Hepsi küçük fragmanlar, bayıldım. Belki de öyle bir şey yazarım diye düşünüyorum. Ölümümden sonra yayınlanmak üzere diye.

Evet, Devir'i üniteler halinde yazmışsın. İlkokula giderken ünitelerimiz vardı. 19 ünite var bu kitapta.  “Ailemizi tanıyalım” mesela. Başka ne üniteler var?

“Şehrimizi Tanıyalım”.

Evet, “Erken Yatalım Erken Kalkalım”.

“Müzik Ruhun Gıdasıdır”.

Evet, böyle üniteler. Buradaki ‘de mi?’ ler de senin herhalde.

Kitabı yazdıktan sonra ben Ayşe gibi konuşmaya başladım. Kitabı okuyan var mı bilmiyorum ve bunu başkalarından da duydum okurlardan bazıları “Ayşe gibi konuşmaya başladım” “Ali gibi konuşmaya başladım” diye.

Zaten ilk başta okurken insan biraz yadırgıyor 5-10 sayfa.

Evet, çocuk dili çünkü.

Sonra alışıyorsun. Sonlarına doğru ben buna alışmışım dedim. Bir de ODTÜ’lüyüm ve içinde olduğum meseleler var burada. Bir taraftan da çok zenginleştirici bir çok insan var. Mesela anneanne var.

Garip bir şekilde yaşlı kadınları yazmak bana çok rahat geliyor.

Çok da güzel yazmışsın, konuşturmuşsun. Uzun uzun konuşuyor, iki sayfa filan not ettim orada. Eczacı Cavit Bey…

“Size karşı intihari hisler içerisindeyim”

Mesela başka yerde filan olsa “bu ne ya” filan derim. Fakat o yaşta bir hanım orada gerçekten de öyle konuşur. Az konuşsa eksik olur.

Bir de çocuklar da dahil her karakterin uzun bir tiradı var. Ben en çok Hüseyin’in tiradını seviyorum. “Ankara’nın dibinde ne var Ali?” çok hoşuma gidiyor. Yani bunu yazmış olmaktan dolayı mutluyum. Birkaç şey var yazmış olmaktan mutlu olduğum, bir tanesi de o. Çocuk dilini bulmaya çalışmak gerekliydi bu kitabı yazarken. 80’ler filan daha kolay anlatması, o yüzden insanlar kitabı öyle hatırlıyor ama benim için bu kitap bir çocuk dilini icat etme meselesiydi. Çünkü çocuksu bir dil kolay, büyümüş küçülmüş de çok kolay…

Ama sıkıcı olurdu.

Evet, ama gerçekten çocuk dili olduğuna ikna eden bir dil yaratmaya çalışmak heyecanlı bir şey. Bir de bir erkek, bir kız iki çocuk var. Oğlan çocuğunun hafif asperger semptomları var ve gecekonduda yaşıyor. Ama şunu fark ettim ki; hem çocukken nasıl bakıyorduk meselesiyle ilgili olarak, hem 1980 ile ilgili olarak, hem siyasi olarak hem de insan psikolojisi anlamında, unuttuğumuzu sandığımız birçok şeyi hatırlıyoruz aslında. Mesele onu hatırlamaya çalışmakta. Benim için de kişisel bir arkeoloji çalışması oldu. Ben ne hatırlıyorum? Eski reklamları hatırlamak kolay onu zaten görmüşsün televizyonda. Ama bizim evdeki her şeyin, o işe yaramayan eşyaların konulduğu çekmecedeki küçük şeyler nedir diye hatırlamaya başlayınca, hakikaten o duyguya, o kokuya ve o ruha geri dönüyorsun. Çünkü hakikaten 1980’de bu ülkenin ruhuna bir şey yapıldı. Anlam duygusu gibi bir şey yapıldı ve o anlam duygusu o kokuyla bağlantılı benim kafamda. Herkes daha insan kokuyordu. Ter değil insan kokuyordu. Ama bu kokuların politik karşılıkları da var bir şekilde. Tüketim toplumuna geçilmediği için bu kadar çok giysimiz yoktu. Banyo yapmıyorduk biz bu kadar, kimse birbirini kandırmasın. Herkes haftada bir banyo yapıyordu. Şimdi her gün duş yapıyoruz. Biz böyle insanlar değilmişiz gibi davranıyoruz. İşin komik tarafı ben hamburgerle tanışan o ilk nesilim. Elif Key de söyledi geçenlerde. Biz şimdi sonuç olarak hakikaten oradaki gibi “Şokella’yı ekmeğin üzerine az mı çok mu sürdün? Kolayı eşit mi koydun?” falan bunlara bakardık. Çocukken sanki böyle bir hayatımız olmadı ve akıllı binalarımıza katlarımızla girmeyi zaten biz çok biliyorduk gibi davranmaya başladık. Bizim neslimiz aslında o ani değişimi çok gördü. Bizden sonrakiler o değişimin içinde doğdu, bizden öncekiler de çok yaşamak zorunda kalmadılar o değişimi. Sanki bana öyle geliyor. Bu biraz “Hatırlayın arkadaş bu işler böyle değildi” kitabı. Hem bu söylediğim manada, hem de orada kuğularla ilgili hikaye kitabın çekirdeği. Kuğularla ilgili… Kitabı okumayanlar için bahsetmek istemiyorum ama, bahsetmeyeyim mi hiç acaba? Neyse kuğularla ilgili bir ameliyat var. Bütün kitabın döndüğü hikaye o zaten. O ameliyat yapıldıktan sonra kuğular uçamıyorlar. Kitabı yazarken arşiv çalışmasında o ameliyatın belgelerini buldum ve belgelerin sonundaki son cümle “Ameliyat yapılan kuğularda uçma isteğinin yok olduğu gözlemlenmiştir.” Bu ülkeye de olan şeyin bu olduğunu düşünüyorum. Uçamıyor değilsin, zaten sen uçmak istemiyorsun. Böyle eski Amerikan filmlerinde vardır ya, “çok yorgunsun, ilaçlarını al, dinlenmelisin” filan… Bu tür bir şeyden geçti ülke son 35 yıldır. Gezi ise “Bir dakika ya” diye hatırlama sürecinin başlangıcı gibi geliyor bana. Bu kitabı Gezi yüzünden yazmadım, ama Gezi olmasaydı kitabı yazmazdım. Çünkü hatırlayıp da devredeceğim bir insan var mı emin değildim. Ama Gezi ile tamam devretmeye değer bir şeyler var. Bir anlam duygusu, peşinde olduğum şey oydu ve bence bugün insanların da peşinde olduğu şey o. El yordamıyla, bunu atıyorum Ferrarisini Satan Bilge gibi kitaplarla da arayanlar oluyor, melek koçlarıyla arayanlar oluyor falan ama, aslında hepimizin peşinde olduğu şey o anlam duygusu.

Onlar iç aydınlanmaya yarıyor.

Allah de... diye başlayan bir kitap dizisi var. Bu insanlar bunları okuduğuna göre bir şey var o kitapta. Bir ihtiyacı karşılıyor sonuç olarak.

Onu bilmem ama, mesela Elif Gibi Sevmek diye bir kitap var. O da çok satan bir kitap. Sordum birisine “Bu kitap şiir kitabı” dedi. O şiir kitabıymış mesela.

Şiir kitabı değil, ben baktım ona.

Bilmiyorum şiir kitabı dediler. Tabii Devir deyince bir dönem olarak da bakıyorsun, senin de aynı zamanda devretmek için, bazı şeyleri bırakmak için yazdığın bir kitap.

Şimdi bu kitaba ben çok daha seksi bir başlık koyabilirdim!

Ne olurdu mesela?

Bu kitabın tanıtımı da, ismi de her şeyi başka olabilirdi. Dilsiz Kuğular Zamanı… İngilizce ismi o olmak zorunda kalacak çünkü Devir olmuyor. Ondan sonra kendi fotoğrafımı koyardım tanıtımlara. Ondan sonra şiir kitabı diye alırlardı. Ama şey yapmak istedim. “Arkadaşlar ciddi olalım” demek istedim. Bu biraz yazar için ve basan için de riskli ama böyle olmasını istedim. Ciddi olmak istiyorum artık ya. Çünkü o 20 yıllık gazetecilik dönemimde gayri ciddi olan çok şey gördüm. Şimdi ciddi olmak istiyorum. Bu kadar gülmemin sebebi o.

Ama senin baştan beri, ciddi derken şeyi söylüyorum yazdıkların, insanların şiirsel diye okuduğu yazıların hepsi sahiden ciddi yazılardı. Ben hep öyle okudum diye bakıyorum.

Ben ciddiye alıyorum hayatı. Kendimden bahsetmiyorum zaten ciddi olmak istiyorum derken, hayatı ciddiye almayan çok insan var. Gazeteciliği de ciddiye almayan çok insan var. Çok ciddi gözüküyorlar, en ciddi insanlar onlar gibi gözüküyor ama gerçekten hiç ciddiye almıyorlar. Ben çok ciddiye aldım o yüzden zaten bugün işsiz olduğumu düşünüyorum. Eğer yapmak isteseydim işsiz bir gazeteci olurdum şu anda. Çünkü gerçekten çok ciddiye alıyorum. Ama bu ciddiye almak denen şey Düğümlere Üfleyen Kadınlar’da da var, bu ciddiye almak meselesinin ancak edebiyatla mümkün olduğunu düşünüyorum. Çünkü kırılgan birisi olduğumu kabul etmem epey zaman aldı. Gazeteci olunca kırılgan olmak diye bir hakkım ve şansım yok. Edebiyat okuruyla daha iyi anlaşıyoruz. Birbirimize daha saygılı, sevgili ve şefkatle davranıyoruz. Gazete okuru öyle bir şey değil.

 Ece Temelkuran ©Ragıp Özdemir

Ama bence seni okurlarının bir kısım gazete yazarlığından tanıyorlar. Ben şunu söylemeye çalışıyorum. Onlar seni, ikisini de ciddiye alarak ve severek yaptığının için seviyorlar, yani sen herhangi bir gazete yazarı olarak değilsin karşımızda. Sana öyle bakılmıyor bence. Sana başka bakıldı ve edebiyatçı gözüyle bakıldığını düşünüyorum. Ben öyle düşünüyorum ve pek çok insanın da öyle baktığını düşünüyorum. O yüzden senin romanların, bundan sonra yazacakların tabii karşılıksız değil. Onlar aynı zamanda  sadakatle de sana bağlı olan ve senin üslubuna bağlı olan insanlar diye düşünüyorum.

Umarım öyledir.

Soralım istersen...

Bir geleneğin devamı olduğunu düşünüyorum ben. Yani Türkiye’de Yaşar Kemal gibi, yurtdışında Gabriel Garcia Marquez, Jack London, Ernest Hemingway gibi, öyle bir geleneğin içinde hissediyorum kendimi. Belki yine yazarım yani..

Kitabın arkasında da bir teşekkür kısmı var. İşte sana hem hikayelerini anlatanlar, hem de destek verenler belli bir arşiv çalışması, bir taraftan da o dönemi yaşayanlarla, örneğin Oğuzhan Müftüoğlu ile konuşmuşsun, başka insanlarla konuşmuşsun.

Ben o çalışma sürecini seviyorum. Heyecanlı bir süreç oluyor çünkü hiç beklemediğim şeyler çıkıyor, hesap etmediğin şahane şeyler buluyorsun, yazmaktan daha da heyecanlı oluyor.

Ne kadar sürdü?

İki yıl. 

Bir de en son gelirken internette Ece’nin Masası diye bir şey gördüm. Kitapla ilgili değil mi? Bu kitabın yazılma süreciyle ilgili…

Kitap yazmanın ilginç bir şey olduğunu hiç düşünmüyorum. Hakikaten 15-16 yaşlarımdan beri bu işleri yapıyorum ve kimseye de ilginç geleceğini düşünmemiştim doğrusu. Fakat erkek arkadaşım “Sen manyak mısın? Bu çok ilginç” filan dedi. Çünkü notları görüyor, oraya buraya yapıştırdığım şeyleri görüyor. “Sen bunu anlatan bir şey yapsana” dedi. Sonra benim aklıma böyle bir şey geldi. 12 kişilik masa büyüklüğünde bir kağıda ilk romanımın aklıma gelişiyle başlayan, o dönemde Türkiye’de gündelik hayatta ne oluyor, benim hayatımda ne oluyor ve roman nasıl gelişti, karakter nasıl gelişti, kurgu nasıl gelişti, ne neyi tetikledi, Berkin Elvan’ın ölmesi onu tetikledi de, bilmem nerde ne oldu da böyle fikir verdi falan, böyle bir tür labirent gibi roman haritası yaptım. İlk kez böyle bir şey yapılıyor ve ben de çok seviyorum yaptığımız işi. Arkadaşlar dediler ki “Bunu dijital ortama taşıyalım”, taşıdık. Şimdi mesela o haritanın üzerinde benim notlarım var, fotoğraflar var, resimler var, arşiv çalışmasından notlar var ve bazı yerlere de sürprizli yerlere de sesimi kaydettim, bir şeyler anlattım. Haritada basınca onlar çıkıyor, müzikler çıkıyor. Daha önce yapıldığını da görmedim böyle bir şeyin ama güzel geldi bana yaptığımız iş. Umarım seversiniz, eceninmasasi.com… Bir de masanın çekmecesine not bırakıyorsun. Sonra 10 kişiyle Devir’i konuşacağız oraya not bırakanlardan. 

Bir Şeftali Bin Şeftali kitabını düşündüm biraz okurken.

Evet, ben de kendi küçüklüğümü gördüm gözümde yazarken ama Ali’ye ben aslında daha yakınım. Konuşarak çok saklanıyorum ama Ali’ye daha yakınım. Bu roman daha hayata yakın bir şey oldu. O yüzden ben her yerinde ve hiçbir yerindeymişim gibi geliyor. Herkes benmişim gibi geliyor, hepsi içimdeki insanlarmış gibi geliyor. Roman yazmak o yüzden hem güzel hem de yorucu bir şey. Hakikaten içimden insanlar geçiyor. Matrix filmlerinde filan var ya, hakikaten geçiyor.

Ece Temelkuran’a çok teşekkür ediyoruz bu söyleşi için.

Ben teşekkür ediyorum şahaneydi.

0
44300
1
800 Karakter ile sınırlıdır.
Yorum Ekle